ÖLÜMSÜZ ÖLÜMSÜZ ÖYKÜLER ÖYKÜLER ----201120112011 ......Bu kitap Xasiork Ölümsüz Öykü...
Transcript of ÖLÜMSÜZ ÖLÜMSÜZ ÖYKÜLER ÖYKÜLER ----201120112011 ......Bu kitap Xasiork Ölümsüz Öykü...
ÖLÜMSÜZ ÖLÜMSÜZ ÖLÜMSÜZ ÖLÜMSÜZ ÖYKÜLERÖYKÜLERÖYKÜLERÖYKÜLER
----2011201120112011----
ÖLÜMSÜZ ÖYKÜLER 2011ÖLÜMSÜZ ÖYKÜLER 2011ÖLÜMSÜZ ÖYKÜLER 2011ÖLÜMSÜZ ÖYKÜLER 2011
EDİTÖR
Ufuk Gültepe
KAPAK TASARIMI
Kadim Gültekin
YAYIN TAR İHİ
Temmuz 2011
Bu kitap Xasiork Ölümsüz Öykü Kulübü üyeleri tarafından
yazılmış, Ölümsüz Öyküler Yayınevi tarafından yayına hazırlanmış
ve www.xasiork.org adresinde yayınlanmıştır. Kitaptaki tüm
öykülerin hakları yazarlarına aittir. Tanıtıcı kısa yazılar dışında izin
alınmadan kopyalanamaz, çoğaltılamaz ve paylaşılamaz.
YAZARLAR
Bahadır İçel
Kadim Gültekin
Baran Güzel
İsmet Kale
Funda Özlem Şeran
Mümin Can
Gurur Güneş
Engin Şenel
Yunus Yazıcı
Gökcan Şahin
Ümit Çalışıcı
“BA“BA“BA“BAŞKA GEZEGENDEN KA GEZEGENDEN KA GEZEGENDEN KA GEZEGENDEN
GÖRÜNTÜLER”GÖRÜNTÜLER”GÖRÜNTÜLER”GÖRÜNTÜLER”
Bahadır Bahadır Bahadır Bahadır İçelçelçelçel
İş yerimde beni eğlendiren tek şey şu küçük aptal kutusu. O da olmasa
hayatım gerçekten acınacak bir hayat hikâyesine dönerdi. Zorla bir yerde
gece bekçisi olabilmiş, kazandıklarıyla ailesini ucu ucuna geçindiren, kırk
yaşına merdiven dayamış, başarısız bir adam…
Hâlâ bu kadar yaşlandığıma inanamıyorum. Hâlâ kendimi yirmili
yaşlarımın sonunda hissediyorum oysa. Hâlâ farklı bir şeyler yapabileceğimi
ve hâlâ başarılı olabileceğimi düşünüyorum ama bir yandan da biliyorum ki
hayallerim asla gerçekleşmeyecek. Neden mi? Çünkü evliyim, okuyan bir
kızım var ve Türkiye’de yaşıyorum. Pek hayallerin gerçek olduğu bir ülke
değil bu. Bir işiniz varsa ve kazandıklarınız hayatta kalmanıza, ailenizi
geçindirmenize yetiyorsa bu ülkeden daha fazla şey isteme lüksünüz yok
demektir.
O yüzden iş yerimdeki şu küçük televizyon hayatımın lüksü benim
için. Onun sayesinde gecelerime biraz renk geliyor. Açıkçası onun sayesinde
varlığımızın sadece yaşamaya çalışmaktan ibaret olmadığının tek kanıtına
sahibim. Başka gezegenden görüntüleri işte bu otuz yedi ekran
televizyondan gördüm…
Bütün olayın nasıl başladığını tam olarak söylemek zor ancak tesisteki
danışma masasının ardına, kamera görüntülerini gösteren ekranların dışında
bir televizyon aldırma fikri benden önceki bekçininmiş. Üzerindeki minicik
anteniyle karlı görüntülerden başka pek bir şey vermediğinden ilk
başladığım zamanlarda çok da ilgimi çekmemişti bu televizyon. Daha ziyade
gazete okuyarak ya da gazetelerin verdiği bulmaca eklerini çözerek zaman
geçiriyordum.
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
7
Akşam saat sekizden sabah altıya kadar tesiste kalıyordum ve
dolayısıyla şirketteki insanları pek tanımıyordum, ne yaptıklarından da
haberim olduğunu söyleyemem. Benden istenen, her gece bekçisinden
istenecek şeylerdi; gözünü açık tut, şüpheli her şeyi anında yetkili kişilere ve
güvenlik görevlilerine bildir ve elinden geldiği kadar tesisin güvenliğini
sağla. Bunun için de ekranların başında bulunup kameraları gözlemem ve
gece boyunca iki defa tüm tesisi dolaşmam gerekiyordu. Bu da birkaç
hektarlık alanı dolaşmam, idari binanın on katına da uğramam, birkaç
atölyeye girip çıkmam ve bahçe tellerinin sağlamlığını kontrol etmem
anlamına geliyordu. Tesis, şehrin dışında olmasına rağmen, iyi aydınlatılmış
olduğundan dolayı bana hiçbir sıkıntı yaratmıyordu.
Yine de uzun saatler süren yalnızlık insana konuşacak birilerini
özletiyor. Sabahları evdeki zamanımın çoğunu uyuyarak geçirdiğim için
karıma çok dert anlatan biri olduğumu söyleyemeyeceğim. İşyerinde
tanıdığım kişi sayısı çok azdı. Aslında beni işe alan İdari İşler Müdürü
dışında şirkette tek tanıdığım kişi elektrikçi Sedat’tı. O da genellikle herkes
çıktıktan sonra tamiratları daha rahat yaptığı için gece geç saate kadar
çalışırdı. Televizyonu bahçedeki devasa antene bağlama fikri de onundu
zaten. Bir zararı olmayacağı gibi kimsenin de fark etmeyeceğini söyledi.
Antene bağlı kablolara bir paralel atar, duvarın içinden geçirip seni
kablolu yayına bağlarım dediğini hatırlıyorum. Dediğini birkaç hafta içinde
de yapacaktı zaten.
Çalıştığım tesisin bahçesinde, bahçe tabi ki binlerce metrekarelik bir
alan için zayıf bir ifade olsa da, çapı yirmi metreye yakın devasa bir çanak
anteni var. Onun yanında daha ufak dört tanesi daha göğe bakıyor. Ülkemizin
gezegen çevresindeki mazlum birkaç uydusundan görüntüleri alıp televizyon
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
8
şirketlerine dağıtmaya yarıyorlar. Çalıştığım şirket iletişim hizmetleri veren
yarı devlet girişimi bir tesis. Şehrin çıkışında kendine ait bir kampus
içerisinde. Başıma bir şey gelmesin diye daha fazla bilgi vermekten yana
değilim. Yakın zamanda yaşadıklarımdan sonra çok da umursayacak değilim
ama en azından karımla kızıma bırakacağım bir tazminatım olmalı.
Beş seneden fazladır burada çalışıyorum ve bunca gecede yaşadığım
tek olay bir çalışanın bir gece ofisine bir fahişe getirip bazı fantezilerini
gerçekleştirirken basılmasıydı. Açıkçası ben müdahale etmedim, sadece
onun hâlâ binada olduğunu ve ahlaksız işler çevirdiğini İdari İşler
Müdürü’ne bildirdim, gerisini o haletti. Birkaç polis bulup tesise geldi ve
benim girişinde bulunduğum idari binanın onuncu ve sonuncu katındaki o
unutulmaz olayın ortasında ofise dalıverdi. O gecenin bantları alındı. İdari
İşler Müdürü’nün onları hâlâ sakladığını düşünüyorum ki olayın üzerinden
neredeyse üç sene geçmiş olmalı.
Dediğim gibi işyerimdeki tek eğlencem şu küçük televizyon. Siyah
beyaz, gece görüşü olduklarından dolayı aslında birazcık da gri olan kamera
ekranlarının yanında renkli ve canlı bir eğlencelik gibi. Bazen kendimi
onunla konuşurken yakalıyorum. Sanki yıllardır birlikte görev yapmışım
hissi veriyor bana o otuz yedi ekran emektar. Sedat’ın büyük çanağa kablo
çekmesiyle epey canlandığını söylemeliyim. Hatta kablolu yayınlar için bana
bir alıcı kutusu da ayarlamıştı. Aslında istediğimden çok daha fazlasını
bulduğumu itiraf etmeliyim.
Benim o küçük televizyonum dünyanın her yerindeki yayınları almaya
başlamıştı. İstisnasız, İzlanda’nın buz tutmuş antenlerinden ya da
Avustralya’nın kanguruların yumrukladığı vericilerinden gelen yayınlar da
dâhil olmak üzere 999 kanallık hafızasının hepsi tıka basa doluydu. Bazen
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
9
birisini silip yeni kanal arar ve dünyanın kim bilir hangi ucuna ait bir şeyler
bulurdum. Elbette bu Sedat’la aramızdaki bir sırdı. Antenin kablosunu
döşemeye gizliyor ve küçük verici kutuyu yanımda götürüp getiriyordum.
Böylece danışmadakiler minik anteniyle doğru dürüst bir yeri çekmeyen
televizyona nasıl tahammül ettiğimi yıllarca anlamadılar. Zavallılığıma ve
bu karlı görüntülerle vakit geçirme zorunluluğuma üzülüp durdular.
Oysa işin rengi çok daha farklıydı. En çok neleri izlemeyi severdim
biliyor musunuz? O her sahnesinden dans eksik olmayan Hint filmlerini.
Anlamasam bile eğer bir Hint kanalında onlardan yakaladıysam hiç
kaçırmazdım. Aynı filmleri defalarca izlediğim olmuştur. Filmin
kahramanları tam bir öpüşme esnasında ya da silahlı çatışma sırasında dans
etmeye başlarlar ve beni kahkahalara boğarlardı. Gözlerimden yaş gelinceye
kadar gülerdim.
Bir de Amerikan kanallarında sık sık yayınlanan eski siyah beyaz
filmleri denk geldiğimde kaçırmazdım. Hatta bu filmleri veren kanalları
listenin başlarına kaydetmiştim. Birazcık İngilizce öğrenmeme de katkıları
oldu hani. Bir de belgeseller vardı sık sık takip ettiğim. Arada bir değişiklik
olsun diye de pankreas güreşleri, Uzakdoğu kanallarındaki abes yarışmalar
ve buz hokeyi, polo gibi farklı spor müsabakalarını izlerdim. Ah tabi bir de
sadece yetişkinler için yayın yapan ilginç Avrupa kanalları vardı. Onlarla
ilgili detaylara burada girecek değilim.
Üç sene boyunca o küçük ekran dünyaya açılan bir pencere oldu benim
için. Sanki bomboş bir tesisin işe yaramaz bekçisi değil de dünyada olup
bitenleri izleyen bir medyum gibi hissettim kendimi. Çevremde kimsecikler
yoktu. En yakın insandan beş kilometre uzaktaydım, o da şehir çıkışındaki
benzinciydi. Demek istediğim, sanki bambaşka bir evrenden, bambaşka bir
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
10
gezegenden dünyada olup bitenleri izliyor gibiydim. Aslında her şeyin tam
tersi olduğunu daha sonra öğrenecektim.
Sıkıldığım gecelerden biriydi. Çok net hatırlıyorum, gökyüzünde
dolunay vardı ve olağan devriyemde el feneri bile kullanmaya gerek
duymayacak kadar aydınlıktı gece. İlk devriyemden yeni dönmüştüm ve saat
daha gece yarısını geçmemişti. Televizyonun başına oturdum. O dönen ofis
sandalyelerinden biri vardı danışmada. Arkası alçak ve kolları küçük olduğu
için hiç rahat bulmazdım ama itiraz edecek de değildim. Elimde Sedat’ın
küçük verici kutu için ayarladığı bir kumanda ile yeni bir kanal arıyordum.
Canım sıkıldıkça yaptığım bir hobi haline gelmişti bu.
Bir defasında Rusya’dan yerel bir televizyonu bile yakalamıştım. Bir
tartışma programı vardı ve setleri o kadar döküntü, ucuz takım elbiseler
giymiş adamlar da o kadar komik görünüyorlardı ki, onların bir köy için
yarışan muhtar adayları olduğundan başka bir şey düşünemedim. Yükselen
sesleri ve el kol hareketleri beni epey güldürmüştü. Fakat o aydınlık gecede
karşılaşacağım çok daha farklı bir şey olacaktı. Vericinin ayarı en uca
dayanmıştı, genelde bu frekansta bir şeyler çıkmazdı ama ekran bir anda
çizgilerden oluşan bir görüntü akışına dönüştü ve boş bir çöl manzarası
belirdi. En azından ben gördüğüm şeyi çöl olarak tanımlayabildim. Elimi
kumandanın düğmesinden çektiğimde otuz yedi ekran sanki tüplü değil de
dijitalmiş gibi derinlikli ve canlı bir görüntü verdi. Bunun önce bir
bilimkurgu filminin sahnesi olduğunu düşünmüştüm. Daha sonra ise
birilerinin bilgisayar falan kullanarak yaptığı dijital görüntüler olduğuna sık
sıkıya tutunacaktım.
Ekrandaki görüntüde kırmızı bir gökyüzü vardı. Sarıya çalan
kahverengi bir çöl, kızıl ufka doğru gözün algılayamayacağı raddeye kadar
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
11
uzanıyordu. Uzakta, kalın bir çizgiyi andıran şey yerden yükselen silindir
şeklinde bir dağa benziyordu. Elbette ki böyle bir şey mümkün değildi. Kızıl
gökyüzünün mümkün olmadığı gibi.
Görüntü o kadar canlıydı ki bir an için elimi uzatıp o çöle
gidebileceğimi zannettiğimi hatırlıyorum. Büyüleyici ve aynı zamanda
korkutucuydu da. Hemen frekansı son kanala kaydettim.
999.
Kaydetme işlemini bitirip menüden çıkmıştım ki bir anda ekrandaki
görüntü değişiverdi. Çöl yine aynı çöldü ve gökyüzünün kızıllığı biraz daha
kararmış gibi geldi bu sefer bana. Daha sonra görüntünün gölgelik bir alanı
gösterdiği için öyle sandığımı fark edecektim. Bu sefer ekranda iki silindir
dağ görünüyordu. Onların, o kusursuz silindirlerin, tepe ya da dağ
olduklarını düşünmemin sebebi çölün zeminiyle aynı renkte olmalarıydı.
Sanki uzaklarda arada bir esen tekinsiz rüzgârlar üzerlerindeki kumları
uçuruyorlardı. Bunu hayal gücüme yordum ve görüntünün özel efektlerle
hazırlanmış bir setten geldiğine kanaat ettim. Yayının netliğine rağmen
durağan görüntüye olan ilgimi kaybetmeye başlamıştım. Bu gerçeküstü
belgesel görüntülerinde hiçbir şey yoktu. Gecenin bir yarısı, bomboş bir
tesiste yalnız olmanın korkusunu ilk defa o gece hissettiğimi söylersem size
komik gelecektir. Bu yüzden bu gerçeği kabullenmeyip kendime
saklayacağım. İster ilgimin kaybolması deyin isterseniz de ekrandaki çöl
rüzgârının yüzüme vuran serin ellerinin tedirgin edici okşayışı, kanalı
değiştirdim. Canım isterse bu zaman kaybını başka zaman izleyebilirdim.
Siyah beyaz sessiz bir film buldum. Bir saat filme takıldım, daha sonra
bana gece yemem için bırakılan sandviçi yedim. Üst kattaki büronun
girişinde bir su makinesi vardı ve buradan aldığım sıcak suyla hazır bardak
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
12
çaylardan yapabiliyordum. Çayımı içtikten sonra ikinci devriye turuma
çıktım ve garip kanalı tamamen unuttum.
Ertesi gece 999’a bastığımda sadece parazitlerle dolu boş bir ekranla
karşılaştım, frekans ayarını açtım ama daha evvel bulduğum yabancı
kanallar dışında yeni bir şeye rast gelmedim. Bir haftam her zamanki gibi
akıp gitti. Eve gittim, işe geldim. Hafta sonu karım ile kızımı kayınpeder ve
kayınvalidemi ziyarete götürdüm.
Sonraki hafta içi, yine sıkıldığım bir gece kanal aramadaydım ve
frekans sona dayandığında karşımda bir kez daha çizgilerden bir orman ve
ardından kızıl gökyüzü belirdi. İlk gördüğüm tek baca tepeli görüntü
karşımdaydı yine. Hiçbir şey değişmemişti. Aynı bandı baştan izliyor
gibiydim. Bunu pek çok televizyon kanalı yapıyor biliyor musunuz?
Özellikle de müzik kanalları. Gece boyunca iki ya da üç saatlik bir bandı
takıp arka arkaya oynatıyorlar. Tüm dünyanın kullandığı büyük bir
sahtekârlık bence. Üç reklam alıp, reklam veren şirketleri zarar uğratmak
dışında ne işe yarar ki bu? Aynı şeyleri gece boyunca tekrar tekrar kim
izlemek ister ki?
Elbette ben bu garip görüntüleri izlemeyi takıntı haline getirmeden
evveldi. Bazen geceleri saatlerce parazitler arasında dolaşıp o görüntülerle
tekrar karşılaşacağımdan korkuyorum ancak şükür ki evimde kablolu
televizyon yok, uydu alıcısı bile yok, yalnızca belediyenin cılız yayınları.
Elimde olsa evime televizyon sokmazdım ancak ailemin benim deli
olduğumu düşünmesini istemiyorum.
O görüntüleri gördüğüm ikinci gece, görüntü normal bir kanaldaki gibi
kayarak değil de sanki akışkanlaşıp değişerek ikinci kareye geçtiğinde
hafifçe ürperdiğimi hatırlıyorum. Çünkü o ekrana bakmak beni hipnotize
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
13
ediyordu. Kanalı değiştirme yetimi kaybetmiştim sanki. O kadar canlı bir
görüntüydü ki ekrandan bakmak bir pencereden dışarı bakmak gibiydi. O
baharat kokulu serin rüzgârı yüzümde hissediyordum sanki. İlk
görüntüdekinden daha yakın ama yine de kilometrelerce uzaktaki bacalardan
kopan kumların hafif hareketi daha net algılanıyordu. Bu görüntünün
diğerinden daha karanlık görünme nedeni yere vuran geniş bir gölgeydi.
Metrelerce öteye uzanan gölgeyi yapan bir duvar olmalıydı ve ben de duvara
monte edilmiş bir kameranın kayıtlarına bakıyordum ama içimde bir şeyler
onun basit bir kamera olmadığını söylüyordu. Görüntü çok hafifçe hareket
ediyordu, sanki nefes alıp veren bir gözün gördüklerini yansıtıyordu ekrana.
O gölge de bir duvara değil aslında o gözün sahibine aitti. Bu komik
düşünceyi nereden nasıl edindim bilmiyorum ancak o gözler sanki kapanıp
açıldığında görüntü değişiyor, bir başka görüntüye geçiyordu. Kanalı
değiştiremiyor, eğer bu sefer frekansı tekrar kaybedersem bulamayacağımı
biliyordum.
Bir kez daha ekran bulanıklaşıp karardı ve yerini bambaşka bir
görüntüye bıraktı. Çığlık atmamak için kendimi zor tutmuştum. Etrafımda
beni bu ağzı açık halimle görecek kimse olmadığı için sevinirken bir yandan
da bunun gerçek olduğunu teyit edebilecek birinin olmasını da istiyordum.
Şimdi ekrandaki o devasa olduğunu düşündüğüm bacalardan yoktu,
onun yerine büyük bir kaya parçası vardı. Tam ekranın altından kaya
parçasına uzanmış bir ağaç kökü görünüyordu. Yeşil bir ağaç kökü...
Toprağın altından değil de üzerinden, sanki o kayayı kavramak için uzanmış
yapış yapış bir ağaç köküydü. Kök olması için dua ediyordum ama o şey
kıvrıldı, kayayı daha bir sarmaladı. İşte çığlık atmamak için kendimi bu anda
tutmuştum. O yeşil uzuv canlı bir gövdeden uzanıyordu.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
14
Kim yapmıştı bu görüntüleri? Nereden geliyorlardı? Neden bu kadar
canlıydılar? Nasıl oluyor da sanki onların dünyadan olmadıklarını
biliyordum? Eski bir televizyon ekranından değil de beynimin arkasında
açılan bir pencereden bakıyordum adeta.
O kök-uzuv yine hareketlendi ve sanki fark edilmiş gibi kıvranarak
kayanın etrafından ayrıldı, havada geniş bir kavis çizdi. Aniden ekran
çizgiler ve parazitlerle doldu, yayın kayboluverdi. Bir yanım şükürlerle
doluyken diğer yanım o görüntüleri ve görüntülerin arkasındaki şeyi ölesiye
merak ediyordu. O uzuv kayaya değil de sanki benliğime uzanmış ve orada
bir yerlere sarılmıştı. Bu hastalıklı görüntüleri kim, niye çekmişti ki?
Daha sonra kendime güldüm ve salak bir televizyon saçmalığından
korktuğum için kendimi ayıpladım. Karanlık bir tesiste yalnız çalışan bir
adamdım. Bunca yıldır hiç korkmamıştım. Televizyonda çok korku filmi
izlediğim de olduğu halde korktuğumu hatırlamıyorum. Çok cesur biri
olduğumu iddia edecek değilim. Köpeklerden korkarım mesela ya da birisi
bana bir silah doğrultsa altıma falan ederim herhalde ama hiç canavarlardan,
hayaletlerden korkmadım. En azından o geceye kadar korkmadığımı
zannediyordum.
Üçüncü kez görüntüleri yaklaşık iki hafta kadar sonra görecektim ve
görene kadar her gece o frekansı üç dört kez taradığımı fark edecektim. Bir
yanım korkuyla dolu bir şekilde bunu yaptığım için beni ahmaklıkla
suçlarken diğer yanım adeta bu görüntülerin tutsağı olmuş, onları ve onların
arkasındaki şeyi görmek için yanıp tutuşmaya başlamıştı.
Parazit çizgilerden oluşan orman beni karşıladı. Aynı bant tekrar
yayındaydı. Eğer bu bir bantsa… Önce ilk görüntüyle başlıyor, sonra ikincisi
ve daha sonra kayayı kavramış uzuv çıkıyordu karşıma. Bu sefer daha uzun
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
15
kaldım ve uzvun lanetli bir parmak ucu gibi ekrana yöneldiğini gördüğümde
içimde kabaran soğuk bir dehşetle kanalı değiştirme cesareti buldum
kendimde.
Ancak kısa bir süre sonra tekrar merakla dolmuştum. O görüntüler beni
korkuttuğu kadar ilgi çekici bir arzuyla sarmalıyorlardı da. Evime gidip
yastığıma başımı koyduğumda onları düşünürken buluyordum kendimi. Bir
sabah bu görüntüleri birine anlatmam gerektiğine karar kıldım. İlk aklıma
gelen karım olmuştu fakat o beni dinledikten sonra yorgunluğumu ve aslında
fark etmesem de her gece o şehir dışındaki tesiste zaman geçirmenin
yarattığı stresi öne sürecekti. Gerçekten dinlemeyecek, beni gerçekten
anlamayacaktı. Hiç anlamamıştı ki zaten.
Aklıma gelen ikinci kişi ilkokul arkadaşım ve hâlâ arada bir beraber
kahvede oturup lafladığım biricik dostum oldu. Muhtemelen o da beni iş
değiştirmeye ikna etmeye çalışacak, bütün gece ayakta kalıp boş
düşüncelerle zaman geçirmenin böyle halüsinasyonlara sebep olduğunu öne
sürecekti. Ayrıca bunu anlatmam demek, sırrım olan dünya televizyonları
seyircisi kimliğimi de ifşa etmek demek olacaktı. Dedikodudan ve bu
söylencelerin tesis işletmecilerinin kulağına gidip beni televizyonumdan
hatta işimden mahrum bırakmasından korkuyordum. O televizyonum
olmadan o görüntüleri tekrar nasıl görebilirdim ki?
O görüntüleri başkasıyla paylaşmayı düşündüğüm sabahın gecesinde o
görüntülere tekrar ulaştım. Artık gece boyunca iki üç kez frekansı en sona
dayayarak o görüntüleri aramak bende bir adet haline gelmişti. Uyurken
televizyondan içeri girip o kızıl gökyüzünün altında koştuğumu hayal
ediyordum. Bazen bu rüyalar beni nereden geldiği belli olmayan yeşil bir
uzvun yakalaması ile kâbusa dönüşüyor ve kan ter içinde uyanıyordum.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
16
Ancak o görüntüleri izlemek için içimde hastalıklı ve çarpık bir istek
duyuyordum. O zamanlar farkında olmadığım bu saplantı içimi deşip oraya
habis bir ur gibi yerleşmişti. Karım, çocuğum ve hayatımın diğer öğeleri
önemsiz ayrıntılara dönüşmeye başlamışlardı.
Dediğim gibi, tam sırrımı paylaşmayı düşündüğüm sabahın gecesinde
başka gezegenden görüntüler yine televizyonumda belirdi. Karanlığın yoğun
olduğu bir geceydi. Ay bulutların arkasına saklanmış, tamamı cam olan giriş
cephesinde ufka doğru uzayıp giden şehirlerarası yolun ışıkları dışında hiçbir
şey kalmamıştı. Yıldızsız gecede sanki kayıp bir evrenin merkezindeki
binaya bekçilik eder gibi hissediyordum.
Yayını kaybederim korkusuyla elimi kumandadan çektim ve kanalı
değiştiremeyeyim diye kumandayı masanın üzerine, ulaşamayacağım kadar
uzağa bıraktım. Bu sefer yayını sonun kadar izlemek istiyordum, eğer bir
sonu varsa. İlk görüntünün yerini yavaşça ikinci görüntü aldı ve bu sefer
yere vuran gölgenin yamru yumru şekilsiz halini daha iyi seçebildim. Bu
kesinlikle bir duvar değildi. Üçüncü görüntüde kayayı kavrayan uzuv
görüldü. Yeşil ve yapışkan kol yavaşça kayadan ayrılıp havada geniş bir
kavis çizdi, suçlayıcı bir parmak gibi ekrana döndü. Yaklaştı, yaklaştı,
yaklaştı ve bir an için ekrandan dışarı çıkacağını sandığım anda görüntü
değişti.
Oturduğum sandalyeden ne yaptığımı bilmeden fırladım.
Karşıma çıkan şeyden o kadar çok korkmuştum ki o anda tüm
hayatımın da değiştiğini idrak etme şansı bulamadım.
Gözlerim gördüğü şeye inanmamakta direniyor, vücudumdan soğuk
terler boşalıyor, kurumuş boğazım cayır cayır yanıyordu. Ellerimin
titrediğini ve dişlerimin birbirine vurduğunu daha sonra fark edecektim. O
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
17
anda hipnotize olmuş gibi ekrandaki dev göze bakmakla meşguldüm.
Ekranın biraz sağına kaymış, kirpik gibi yeşil uzantıların tepesinde zehirli
yılanlar gibi kıvrandığı devasa göz yuvarı, bedenimi de ruhumu da içinde
hapsedivermişti sanki
Ekranda o gözü gördüğüm, o devasa, yeşil damarlarla yol yol olmuş
habis göze baktığım an onun gözbebeğinde kendimi görmüştüm. Bir
kutunun içinden ona bakan beti benzi atmış yüzümü onun gözündeki
yansımada görmek beni tüm olanlardan uzaklaştırdı adeta. Kendime
dışarıdan bakıyor gibiydim. Bu gömleğinin yakası açık, bir haftalık sakalı ve
çökmüş gözleri olan adam ben miydim?
Böyle bir şey olamazdı, olmamalıydı. Mantığın hiçbir yerine
sığdıramazdınız bunu, ben onu görüyorsam, o beni nasıl görüyordu?
Eğer başka bir gezegenden geliyorsa bu görüntüler buraya yıllar sonra
ulaşıyor olmalıydı. Ama o tek gözlü canavar benim bir süredir onu
izlediğimi biliyor ve her nasılsa beni bekliyordu. O tekrar tekrar yaşadığı
boyutunun içinde sabırla, onu dışarı çıkaracak, lanetlendiği zinciri kıracak
zihni bekliyordu.
Orada o göze ne kadar baktım bilmiyorum. O gözden korkuyor ama
aynı anda onun cazibesine dayanamıyordum da. Çok yaşlı, çok öfkeli, çok
kurnaz ve çok kötüydü. Bunu vücudumun her hücresinde hissedebiliyordum.
Bana ulaşmak, bu dünyaya girmek, davetsiz misafirini sonsuz acılara
boğmak istiyordu. Her nasılsa onun, gökyüzünü kızartacak, tüm yaşamı
soğurarak dünyayı da o çöle dönüştürebileceğini anladım. O gözün içindeki
delilik, beynimin arkasındaki bir yaradan içime kanıyordu adeta.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
18
Ekranın sağına yakın duran göz, irin dolu bir göz kapağıyla açılıp
kapandı. Ekrana doğru ıslak bir uzuv hareketlendi ve bir anda ekranın
içinden çıkıp danışma masasının üstüne yapıştı.
Korkudan donakalmıştım. İmkânsızlıklar ardı ardına karşımda vuku
bulurken çaresiz bir kuklaya dönüşmüştüm.
O sümük gibi yapış yapış maddeyle kaplı uzuv kıpırdandı ve bir kamçı
gibi masada şakladı. İşte beni kendime getirip korkudan donan bedenimi
harekete geçiren o ses oldu.
Titreyen ellerimle uzandım ve televizyonu kavradım. Emektar
makineyi kaldırdığımda sanki küçük bir televizyon değil de yüz kilonun
üzerinde bir yaratıkmış gibi ağırdı. Uzuv belki de tenimin sıcaklığını
algılamış gibi bana hamle yaptı. Bir an için belime dolanacağını ya da
bacaklarımdan birine sarılıp beni ekranın içine çekeceğini sandım.
Kim bilir, o yapış yapış sıvısı belki de asit gibi bir şeydi. Tenimde
dokunduğu yeri yakacak ya da habis bir hastalığı bana bulaştıracaktı.
Televizyon kucağımda korkunç bir an kalakaldım. O ekrandan fırlamış
lanetli uzuv havada daireler çizdi ve bana doğru uzadı adeta. Neden sonra
damarlarımda pompalanan adrenalinin gücüyle yaratığın uzvu bana
ulaşmadan televizyonu yere çaldım.
Sanki bir otomobil lastiğiymiş gibi patladı televizyon.
Ve çığlık attı. Bu kısmından emin değilim ama ekranın ötesindeki
şeyin çığlığını duyduğumu sanıyorum. Beynimin içinde tutunmaya çalışarak
sinir hücrelerimi tırmıkladı adeta. Bir kol boyu uzunluğundaki kopuk yeşil
uzuv kırılmış camların arasında, son canını cılız bir parlamayla veren
televizyonun hemen yanından kafası koparılmış bir yılan gibi acıyla kıvrıldı.
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
19
Asansör kapılarının yanındaki yangın dolabından keskinliğini yitirmi ş
küçük baltayı kaptım ve bir hışımla kim bilir hangi dünyadan buraya
uzanmış o uzvu parçalara ayırdım. Daha sonra da üzerine otoparkın
deposundan aldığım küçük bir kutu benzini boşalttım ve dış dünyadan gelen
parçaları yaktım.
O yeşil uzantıdan geriye yalnızca siyah küller kalmıştı. Bir süre onları
öylece bıraktım ve sandalyeye oturup kendime gelmeye çalıştım. Daha sonra
yukarı çıkıp bir elektrikle süpürge buldum, külleri, camları ve makinenin
alabileceği tüm parçaları süpürdüm. Tedirgin ve tedbirli davranıyor, elimi
hiçbir cam kırığına sürmüyordum. Büyük parçaları bahçede bulduğum iri bir
kalasla dışarıya kadar iteledim ve onları da bahçede yaktım.
Sabah gelenlere televizyonu yanlışlıkla yere düşürdüğümü, isterlerse
parasını seve seve ödeyebileceğimi söyleyecektim. Onlar ise ziyanı
olmadığını söyleyecekler ve zaten izlemedikleri televizyonu
aramayacaklardı.
Tüm bu parçalamalar ve yakmalarıma rağmen o tek gözlü yaratığın bu
dünyayı gördüğünü, bu dünyaya uzanmayı başardığını biliyordum.
Beynimin arkasında sanki o yaktığım uzuv gibi delirtici düşünceler
oynaşıyordu. O ekranın ötesinden bana bakmış, yüzümü görmüş,
düşüncelerimi, sırlarımı ve arzularımı özümsemişti sanki. Bu izlerin ona
doğruca bana getireceğini biliyordum.
Dünyaya nasıl, nereden gelebileceğini bilmiyorum ama artık
televizyon seyretmiyorum. Hiçbir program, hiçbir yayın ilgimi çekmiyor.
Evdeki televizyona çok az, o da genelde farkında olmadan baktığımı fark
ettiğimde aklımda o tek göz fırıl fırıl dönmeye ve beni aramaya başlıyor
sanki. O kanala hiç denk gelmemiş olmayı, o uyduya televizyonun antenini
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
20
hiç bağlamamış olmayı diliyorum. O görüntüden geçebiliyorsa o antene
bağlı kablodan geçebilir mi? Tanrım bunu neden düşünmedim ki? Hemen
oraya gidip bakmalıyım, ya birisi o kabloyu fark ettiyse, ya birisi ona bir
şeyler bağlamak isterse, ya birisi o kabloya bir televizyon bağlayıp da kanal
aramaya kalkarsa? O gözün bu sefer sabırla bekleyebileceğini hiç
sanmıyorum. Oraya gitmeli ve o kabloyu antenden ayırmalı ve anteni de
parçalamalıyım.
Bundan sonra neler olacağını bilmiyorum. Muhtemelen yapmaya
çalıştığım şeyden dolayı beni işten atacaklar. Kızım ve karım büyük bir
deliliğe yakalandığımı, geceleri tek başıma kalmaktan beynimin sulandığını
sanacaklar. Belki de sadece orta yaş krizine vururlar. Ancak siz ve ben
biliyoruz ki yaptığım her şey sevdiklerimi ve bu dünyayı korumak için. Siz
ve ben biliyoruz ki eğer o göz ve onun gibiler bu tarafa geçecek olursa
cehenneme gitmek için ölmeye gerek kalmayacak. Siz ve ben biliyoruz ki
televizyon yalnızca basit bir aptal kutusu değildir, onun aracılığıyla
beynimize uzanan ölümcül uzuvlar her an dünyaya koca gözlü, aç canavarlar
taşıyabilirler…
Bahadır İÇEL
Nisan 2009 - İSTANBUL
“BÜYÜK GEZG“BÜYÜK GEZG“BÜYÜK GEZG“BÜYÜK GEZGİNNNNİN N N N
PEPEPEPEŞİNDE”NDE”NDE”NDE”
Kadim GültekinKadim GültekinKadim GültekinKadim Gültekin
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
22
“…gürültüyü duyduğum anda dışarı çıktım. Akabinde içime buz gibi
bir soğukluk aktı, kalbim yerinden fırlayacak gibi oldu. Bu, başı göğe uzanan
bir devdi. Şeytan tohumunun aha bu han kadar kafası, bir koca güruhu
avuçlayacak kocaman elleri, kazık gibi dişleri vardı. Belinden aşağı bir çıkın
sarkmaktaydı; insanları çakıl taşı gibi toplayıp toplayıp işte bu çıkına
atıyordu. Öyle bir böğürtüsü vardı ki, kulaklarımızı duymaz edecekti…”
Ateş başına toplanan kalabalık Seyyah’ın hikâyesini soluksuz
dinliyordu. Ahalinin nezdinde gizemli bir gezginin dilinden dökülen peri
masallarından biri idi bu yalnızca. Seyyah onların ne düşündüğünün
farkındaydı. Belki de bu yüzden öyküsüne istediği gibi mübalağa katıyor, dev
ile yaptıkları kapışmayı ballandıra ballandıra anlatıyordu. Nice acılara şahit
oldukları o diyardan göç eyleyeli epey zaman geçmişti. Kışın şiddetinin aman
vermediği şu günlerde Merzifon şehrinde soluklanıyorlardı.
“Hemen yoldaşım, evlâdım Yiğit’i - ki aha şu köşede oturan
delikanlıdır - alıp yer altındaki inlere saklanıverdim. Korkunun pençeleri
sarsa da bedenimi, yüreğim giden onca canın ardından feryad-ı figân
etmekteydi. Şer mahlûkat köyü yerle bir edip nice insanı doldurmuştu
çıkınına. Kimilerini o meydanda, gözlerimizin önünde iştahla yiyivermişti…”
Yiğit ateşin yakınına oturmuş, efendisinin anlattığı öyküyü sessizce
dinlemekteydi. Yaşadıkları macera çok uzaklarda, sislerin gerisinde kalmış
gibi geliyordu ona şimdi. Devin gövdesindeki tılsımı kesmeye çalıştığı an, bir
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
23
rüyanın parçasıydı sanki. Seyyah anlattıkça an be an canlanıyordu anılar
zihninde. Üç kuruşa ona yamak olduğu günden beri yaşadıklarını
düşünüyordu bazen. “Dünya çok büyük, nice hikâyeler yaşanır ufkun
ötesinde,” demişti Seyyah, yola koyuldukları vakit. “Ne büyük lütuf ki, sen
de bu yolculukta benimle birlikte olabildin. Yolumuz aydın, ömrümüz uzun
ola…”
“… i şte ecinni taifesinden o kızıl kadın bize yol gösterdi. Köylülerle,
devi gölün kenarında sıkıştırdık. Çıkını sermişti yere. Onca adam, kadın,
çoluk çocuk yığın olmuş, uzanıyordu önümüzde…”
Ailesinden, kardeşlerinden kopmuştu Yiğit. Seyyah’la yollara
düşmüştü. On beş senelik ömründe köylerinin ötesinde uzanan tepeden
izlediği dünya, ayaklarının altındaydı şimdi. Ve asla sonu yoktu bu yolun.
Dünya dedikleri, köyünün boz topraklarından ibaret değildi.
“…bakman boyuna posuna, adı gibi Yiğit’tir bu çocuk. Yaratığın
tılsımını kesip savunmasını düşürünce, kızıl kadın cehennemin derininden
sökülüp gelen bir sihir savurdu, o anda koca cüssesiyle yere serildi dev…”
Dinleyicilerden hayret ve heyecan dolu nidalar yükseldi. “Pek şanlı bir
hikâyatmış bu. Ağzına, diline sağlık efendi. Ne iyi ettin de geldin, biz
garipleri şenlendirdin,” dedi dinleyicilerden birisi. Diğerleri onu onayladılar.
“Sağ olun ağalar. Lâkin ben naçiz bir gezginim. Sizin gönlünüz
büyüktür, şenliğiniz ondan olsa gerek. Neyse cümleten hayırlı geceler, vakit
geçe varmış, benim yiğit delikanlı da kedi gibi mayışmış, varalım yatalım
artık.”
Hanın alt salonundaki kalabalık ayaklanıp dağıldı kısa sürede. Seyyah,
ateşin başında yarı uykulu oturan Yiğit’i kaldırdı. “Bre sıcağı görünce hemen
saldın kendini,” diye takıldı çocuğa.”Kalk bakalım. Odamıza geçelim de
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
24
dinlenelim. Yola düşmemiz lazım gelir artık. Düşümdeki büyük seyyahı
bulmadan, içim rahat etmez. Daha fazla eğlenmemek gerek buralarda.”
Yiğit doğruldu. Odalarına doğru yollanırlarken bir patırtı koptu hanın
içinde. Birileri destursuzca gürültü edip konuşmaya başlamıştı. Seyyah,
“Paşalı askerler gene edepsizlik ederler,” dedi. “Handaki tüm odaları gasp
ettiler. Ben olmayaydım bu bodrum katı da gidecekti elden.”
Birkaç hafta önce Defterzade nam bir paşa, maiyeti ve askerleriyle
Merzifon’a gelmişti. Anlatılana göre, bu Defterzade Mehmet Paşa Erzurum
eyaletine valilik eden bir vezirmiş. Sadrazam değişince görevinden azledilmiş
ve kendisine Kars şehri verilince razı olmayıp cümle askeri ve adamıyla
İslâmbol’a yürüme kararı almış. Ondan başka, İpşir Paşa, Varvar Ali Paşa
denilen paşalar da bir olup İslâmbol’a varmak niyetindelermiş. Paşaların
celali olup padişaha karşı duracakları söylentileri gezinmekteydi ahali
arasında.
İşte bu Defterzade Mehmet Paşa’nın askerleri edepsiz ve hırçındı.
Paşaları bir kısım askeriyle birlikte, daha sonra geri dönmek üzere
Merzifon’dan ayrılmıştı söylenene göre. Geri kalanlar ise şehirdeki haneleri
ve Seyyah ile Yiğit’in misafir olduğu bu hanı zapt eylemişlerdi. Halk
şikâyetçi ve bıkkındı ama kimsenin sivrilip bir şey demeye cesareti yoktu.
Handa kalan birkaç fukara ve yolcuyu Seyyah dışarıda kalmaktan kurtarmıştı.
Hancıya bağışladığı birkaç altın, onlara hanın altında gözden ırak birkaç
odanın bırakılmasını sağlamıştı. Hancı, askerleri rutubeti fazladır, kedi kadar
sıçanlar gezinir, diyerek uzak tutmuştu bu odalardan.
Odalarına geldiler ve yatmak üzere hazırlandılar. “Çok vakit kaybettik
çok,” dedi Seyyah. “Düşümde, o büyük gezginle konuştuğumda vakit
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
25
nevruzdu. Kışın sonlarındayız. O meçhul, yüksek kaleli şehre ne kadar yol
vardır, bilemem. Bu nedenledir ki, gayri harekete geçmek gerek.”
“Düşün ya gerçek olmazsa Seyyah Efendi?”
“Olacak evlât olacak. O kişi bana seyyah-ı âlem olmanın yolunu
gösterecek. Rüyamda tam bunu bana dillendirecekken uyanıverdim. Fakat
dedim ya, bir rüya değildi de gerçekti sanki. Gelecekte yaşadığım bir anı
gördüm. Buna inanırım.”
Bir süre önce Seyyah, gördüğü bir düşün peşine düşmüştü. Düşünde bir
adam vardı. Bu kişi büyük bir gezgindi. Pek çok memleket gezmişti ve
gezmeye devam etmekteydi. Seyyah onun tecrübelerinden faydalanma,
mümkünse ona yoldaş olma arzusuyla yanına varıyordu bu değerli kişinin
ama büyük seyyah ona tam önemli sözler edecekken rüyası kesilmişti.
Seyyah da yüksek kaleli şehri bulmak üzere yola düşmüştü. Büyük gezgin
oradaydı çünkü.
Ne var ki, gitmesi gereken yerin neresi olduğunu tam olarak
bilmiyordu. Geçtiği yerlerde ahalinin ağzını yoklasa da net bir sonuç elde
edememişti. Her şehrin bir kalesi vardı neredeyse.
Kış ağır geçiyordu. Öyle ki, Amasya’dan yola düşmüşler ama çok fazla
ilerleyemeden Merzifon’da kalmışlardı. Tez zamanda harekete geçmek
gerekti.
* * *
Konakladıkları bu Merzifon kasabası, yolcusu çok, kalabalık bir kasaba
idi. Yol üstünde bulunduğundan, devlet katından misafirler ağırlamışlığı da
vardı. Burada geçirdikleri günlerde kasabaya pek ısındı Seyyah ile Yiğit.
Merzifon’un kalesi, Beyazıt Han zamanından kalma camii, medresesi
ve eski hamamı ünlü idi. Şehrin Daşam Dağı’ndan esen ve ciğerleri ferah
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
26
eden pek güzel rüzgârı vardı. Kış vakti olduğundan üzümünden yeme
fırsatına eremeseler de, üzümünün pek leziz ve sulu olduğu söylenirdi.
Gündüzleri Pirî Baba Tekkesi civarındaki lokmacıları, dükkânları gezer,
halk ile muhabbet eylerlerdi. Merzifonlular da bu iki gezginin öykülerini
dinlemekten haz almışlardı. İkramları boldu.
Şehirde Pirî Baba nam salmış, kerametli bir kimseydi. Bu zatın, eski
hamamda yaşayan bir derviş olduğu ve şehir halkının onun pek çok
kerametine şahit olduğu söylenirdi. Tekkesi büyük kubbelerle süslüydü ve
ziyaretçisi çok idi.
Birkaç gün bu şehirde eğlendikten sonra atlarını hazırladılar, erzakları
yüklendiler ve ahaliyle helalleşip yola koyuldular.
* * *
Hava soğuktu. Kış yeryüzüne öyle iştahla yerleşmişti ki, bu zevk-ü
sefadan feragat etmeye hiç niyeti yok gibiydi. Evlerin saçaklarından buzlar
sarkıyor, soğuk adeta kişili ğe bürünüp sokaklarda kol geziniyordu.
“Kı ş geride kalıp da yola düşmek iyi olurdu ama kaderimizde yolculuk
var,” dedi Seyyah, Merzifon usul usul geride kalırken.
Yiğit durgun, düşünceliydi. Hep olduğu gibi dinliyor, çok az cevap
veriyor, sözcükler adeta dudaklarından dökülmemek için çabalıyorlardı.
Seyyah, Yiğit’in bu haline alışıktı. Bu yüzden en başından beri üzerine
gitmemişti. Onun bu sessizliğin gerisinde, tarif edemediği bir derinlik vardı.
Delikanlıdan içeri bir başka kişi vardı ki, onun ortaya çıkması her an
mümkün olmuyordu. İşte o kimse, cesur, akıllı, dürüst ve merhametliydi.
Doğa kabuğuna çekilmişti. Onların yolculuğuna eşlik eden tek şey
rüzgârın uğultusuydu. Merzifon görünmez olduktan sonra bir süre ne bir
insan ne de bir hayvan çıktı karşılarına.
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
27
Kuzeye doğru sürdüler atlarını. Daşam Dağı’nı aşıp yolları üzerindeki
bir köyü sessiz sedasız geçip güneş ufka doğru eğilene kadar ilerlediler.
Derken koca bir kayanın üzerine kurulmuş haşmetli bir kale çıktı karşılarına.
Kaleyi gören Seyyah’ı sıcak bir heyecan sardı.
“ İşte yüksek bir kale,” dedi. “Büyük gezgin ile konuştuğum yer burası
olmasın?” Yüzündeki ifade birden soldu. “Lâkin, değildir. Daha erken o
meçhul yere varmaya. Cemre düşmeden topraklara, doğru yerde sayamam
kendimi.”
“Ne garip bir kale bu böyle Seyyah Efendi,” dedi Yiğit. “Sanki
altındaki kayanın bir parçasıymış, ondan doğup yükselmiş gibi.”
“Doğrudur. İnsan işi değildir de doğa kendi eliyle inşa etmiştir diye
düşünüyor insan baktıkça.”
Kale gerçekten de altındaki devasa kayayla bütün gibiydi. Kule ve
duvarları kayayla yekpâre idi. Surlar dikti ve son derece sağlam duruyordu.
Kale dişleri seyrekti ve hepsi kayadan oyulmaydı. Kaleye giden tek bir yol
vardı. Başka türlü oraya ulaşmanın ve oradan çıkmanın mümkün olmadığı
anlaşılıyordu. Burçlar üzerinde nöbet tutan neferler göze çarpıyordu.
“Koca Kalesi’dir orası. Danişmendî Melik Gazi feth eylemiştir.
Yıldırım Han zamanından bu yana da Osmanlı elindedir. Nice celali, eşkıya
konmaya çalışır buraya ama gayri kale duvarlarını aşmak her yiğidin harcı
değildir.”
Seyyah’la Yiğit aniden yanlarında biten ve kaleyi onlara tarif edip
malumat veren kimseye döndüler. Sırtında iri çam kütükleri taşıyan, yaşlı ve
sıska bir köylüydü bu. Seyyah, “Eyvallah babacım. Zihnimizdeki cevapsız
suallere cevap verdin, sağ olasın,” diye karşılık verdi adama.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
28
“Sizin canınız sağ ola. Kimin nesisiniz? Nereden gelip nereye
gidersiniz? Buyurun hanemize misafir olun yiğitler.”
“Allah razı olsun amca. Ben bir gezginim, bu güzel toprakları seyre
çıktım. Bu da benim yamağımdır. Yolumuz uzundur, eğlenmeyelim amca,
yolcu yolunda gerektir…”
Köylüye selam edip yeniden yola düştüler. Hava kararmak üzereydi.
Atlarına biraz daha hız verdiler ve karanlık iyice çökünceye kadar bir köyü
daha gerilerinde bıraktılar. Bulutlu gökyüzü ayın ve yıldızların rehberliğine
izin vermeyince sonraki ilk köyde konakladılar. Köyün imamı onlara evini
açtı. Karınlarını doyurup ateşin sıcağında, uyuşan bedenlerini ısıttılar. Ertesi
gün köylüler bu iki yabancıyı duyup ziyarete geldiler ve ondan yol hikâyeleri
dilendiler. Seyyah bir an önce yola düşmek için gayret etse de, köylüler
gezginleri iyi niyetle alıkoydular ve onlara güzel yemekler ikram edip
yolluklar verdiler.
Velhasıl tekrar yola koyulduklarında öğleni çoktan geçmişti. Köprü
Şehri’ne dahil olduklarında ise vakit akşamdı.
* * *
Köprü denilen bu mahalde büyük bir hareketlilik vardı. Şehirde birçok
asker toplanmıştı. Geceyi geçirecekleri bir yer ararken Defterzade’nin burada
konakladığı ve bunların da onun için bir araya gelen neferler olduklarını
öğrendiler. Meğer iki haftadan beri, “At ve don ve mâl ü menâl isteyen, ata
ve dona ve silaha kâdir olan yiğitler gelsin,” diyerek, asker cem edilirmiş.
Bu karmaşa içinde, Köprü’de zorlukla sığınacak bir yer buldular.
Seyyah, asker kalabalığından rahatsız olmuştu. Öyle ki, neredeyse gece
karanlığında yola düşecekti. Ama Yiğit onu telkin etti ve sabah erkenden yola
çıkma niyetiyle uykuya çekildiler.
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
29
Gün ağarırken, yataklarının bir sevgili gibi kendilerini çağıran
sıcaklığını terk edip çabucak hazırlandılar. Atlarına atlayıp yola indiklerinde
Defterzade ve askerlerinin şehirden ayrılmak üzere hareket ettiklerini
gördüler.
“Bu ne derttir böyle,” diye sızlandı Seyyah. “Bu paşa iyiden iyiye
sıkıntı olmaya başladı gayri… Neyse onlar çekilsin hele şuradan, bekleyelim
biraz daha.”
Köprü kısa sürede üzerindeki kalabalığı atınca etrafa bir dinginlik
yerleşiverdi. Seyyah araya yeterince mesafe koyduklarını düşündüğü vakit,
yeniden atlarını dehlediler.
Birkaç saat sonra hava aniden bozdu. Kesif bir karanlık çöktü üzerlerine
ve akşama doğru şiddetli bir tipi başladı.
* * *
Gökyüzü yüzyıllardır biriktirdiği bir öfkeyi kusarcasına beyaza
boyuyordu yeri. Rüzgârın sürükleyip getirdiği kar taneleri yüzlerine
vurdukça, tokat yemiş gibi hissediyorlardı. Atlar gittikçe derinleşen karda
ilerlemekte zorlanmaya başlamışlardı. Yükleri fazlaydı ve çöken karanlıkta
ne yöne gittiklerini dahi kestiremiyorlardı.
“Eyvahlar olsun! Bu nasıl bir felâkettir! Neye kızdın ya Râb, ne
kusurumuz oldu sana?”
Seyyah’ın sesi uğultunun arasında zar zor ulaştı Yiğit’e. “Geri mi
dönsek Seyyah Efendi?” dedi delikanlı. “Bu tipi bize aman vermez.”
“Artık geri dönmek de mümkün değil evlât,” dedi Seyyah. “Kasaba çok
geride kaldı. Bu kadar ilerledik, bir köy bulana kadar ilerlemeye devam.”
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
30
Fakat git gide hareket kabiliyetlerini yitiriyorlardı ve tipinin şiddeti
azalmak yerine an be an artmaktaydı. Bin bir cefa ile bilinmez bir rotayı seyir
ediyorlardı ama karşılarına henüz bir köy çıkmamıştı.
İki saat kadar tipiye inat sürdüler atlarını. Hayvanların yükünü azaltmak
için erzakların bir kısmını kara bırakmak zorunda kalmışlardı. Ne var ki
hayvanların takati bir süre sonra tükendi ve zavallılar bir adım daha atmaz
oldular.
O vakit Seyyah atından indi ve erzakı, diğer yol yükünü Yiğit’le
kendisine bölüştürdü. Atları oldukları yere bıraktılar. Uzaklarda kurtlar
uluyordu. İçlerine korku ince bir sızı gibi süzüldü.
Karlara bata çıka, tipinin görmez ettiği gözleriyle karanlığı ölçe biçe
yürüdüler. Derken birtakım ışıklar görünür oldu karşılarında. Buna âh-ü vâh
eden sesler katıldı sonra. Bacaklarına güç verip yaklaştıklarında bunların
sabah yola çıkan askerler olduğunu gördüler. Tipi hepsini esir almıştı.
Askerlerin arasına dâhil oldular. Yanan meşaleler yollarını bir nebze
olsun görmelerini sağlıyordu artık. Askerler onların aralarına katıldığını fark
etmemişlerdi bile. Ağlıyor, sızlanıyorlardı. Önceki günün yiğitleri şimdi
biçare çocuklar gibiydiler. Önlerden emirler ulaşıyordu zaman zaman
arkadakilere. Kimse pes demeyecek, yürümeye devam edilecekti. Fakat
arkalarda durum böyle değildi. Askerler bir bir geri çekiliyor, karanlığın
içinde bilinmeze doğru uzaklaşıyorlardı. Her birinin sonu meçhuldü. Bundan
böyle geriye dönenin şansının olmadığını biliyordu Seyyah. Yiğit’e sıkı sıkı
sarılmıştı. Bu can pazarının ortasında delikanlıyı kaybetmek onun için başka
bir felâket olurdu.
Ayaklarının altındaki kar iyice artmıştı. Beyaz örtü kat kat örtmüştü
toprağı saatler içinde. Ve mezar toprağı olmuştu kar birçok yiğide. Takatini
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
31
yitirip dermanı kalmayan, eli ayağı ve yüzü buz tutup hissizleşen askerler bir
bir dökülüyorlardı. Düşenlerin üzerini kar iştahla kapatıyordu.
Gayretle yola devam edenlerse canlı cenaze gibiydiler. Zaman zaman
sağa sola giden, yolunu kaybeden ya da kasıtla güruhtan ayrılanlar oluyordu.
Paşa kethüdâları kaçışları engellemek için kalanları altınla, atla, silahla teşvik
etmeye çalışıyorlardı ama asker, “Önce can, sonra cihan,” diyordu artık.
Hayvanlar da güçten düşmüş, yükler etrafa saçılmıştı. Onca erzak ve eşya
kara bırakılıyordu.
Kış acımasızca şiddetini gösteriyordu dünya üzerinde. İnsanlar doğanın
hükmü karşısında çaresiz ve güçsüzdüler. Seyyah da gücünün sınırına
varmıştı artık. Eli kolu tutmaz, Yiğit’i saramaz olmuştu. Varlığından arada
adını seslenerek haberdar oluyordu. Tipinin şiddetini bir kat daha artırıp
rüzgârın ejder gibi kükrediği bir anda Yiğit, efendisinin sesine karşılık
vermedi.
Seyyah’ın yüreği o anda yerinden çıkacak gibi atmaya başladı.
Yürümeyi kesti ve “Yiğit!” diye bağırdı. Sesi etkisizdi. Yiğit belki de
yakındaydı ama onu bu uğultu arasında duyması zaten mümkün değildi.
Seyyah boğazını yırtarcasına bağırdı. Eliyle sağını solunu yokladı. Askerler
onu geride bırakmıştı. Etrafına karanlık hızla çöktü bir süre sonra. Deli gibi
bağırdı Seyyah ve Yiğit’ten karşılık almaya çalıştı. Kalabalıktan kopmuştu.
Karların arasında koşturdu ama Yiğit yoktu. Artık ne kış, ne de acı soğuk
önem arz etmiyordu onun için. Evladını yitirmişti.
Karanlığın içinde bilmediği yönlere ilerledi. Yılmadan seslendi
delikanlının adını. Bir süre sonra gücü tükendi. Bir ağacın kalın gövdesine
çarpıp durdu. Olduğu yere çöktü.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
32
Seyyahlığının sonunun geldiğini bu kez en derininde hissetti. Ama
uykuya dalmadan önce hayallerinin onun için hiçbir önemi yoktu. Kaybının
acısı yüreğini kanatmıştı çünkü…
* * *
Geçmiş, bölük pörçük, başı sonu belirsiz bir öyküydü. Yıllar, sırasını
yitirmiş bölümlerden ibaretti. Düşünde Seyyah, geçmişinin pusları arasında
süzülüyordu. Zihninin bulanıklığı arasında çocukluğu vardı. Babasının
anlattığı hikâyeler, köyünün çimenli tepeleri. Ve huzur… Adı gibi bir gezgin
olmanın hayaliyle güneşin batışını izlediği tepedeyken duyduğu huzur ve
geleceğe dair hiç tükenmeyen umut…
Sonra gençliğinin çalkantılı yıllarında buluyordu kendisini. Babasının
ölümüyle hayallerin yerini sorumluluklara bırakışıydı hissettiği. Hayallerin
kırılışı ve umudun tükenişi. Topraktan ekmek çıkarmak için harcanan
emekler sisin pusun arasından hatırlanır olmuştu. Yokluğun arasında
süzülürken anıları seyrediyordu.
Bir başka ânı izliyordu şimdi uzaklardan. Vadide bulduğu altınları
elinde tutan yetişkin Seyyah görünür olmuştu. Yokluğa ulaşan duygu
kırıntıları arasında bu sefer heyecan vardı. Kırılan hayallerin kendisini tamir
edişinin verdiği tarifsiz heyecan... Yollara düşecek gücü bulmanın sevinci
yüreğinde titreşmekteydi. Tepenin üzerinde ufka doğru inen güneşe bakan
adam, belindeki altın kesesine dokunuyor, bu koca alev topunun yittiği yere
varacak olmanın, dünya denen sonsuzluğu adımlayacak olmanın
sabırsızlığını duyumsuyordu…
* * *
Anılar yerini karanlığa bıraktıktan sonra zaman anlamını yitirdi. Seyyah
gözlerini açtığında ne halde olduğunu, nerede bulunduğunu uzun bir süre
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
33
idrak edemedi. Tepesindeki ağacın karlı dallarına bakarken hatırlamaya
çalıştı. Köyünde, baba evinde değil miydi? Neden ve nasıl gelmişti
buralara?..
Neden sonra hatırladı. Hatırlamasıyla birlikte acı bıçak gibi saplandı
yüreğine. “Yiğit…” sözcüğü döküldü dudaklarından. Sesi cılızdı.
Doğrulmaya çalıştı ama gücü yetmedi.
“Rahatla. Korkma, onu kaybetmedin. Buradadır yiğit delikanlın. Ana
koynunda gibi, mışıl mışıl uyur…”
Seyyah bu yabancı sesin geldiği yöne çevirdi merakla ve heyecanla
bakışlarını. Bedenine güç gelmişti birden. Çabucak doğruldu. Karşısında bal
rengi bir cübbe giymiş, yaşlıca, sakalları sarıya çalan, nur yüzlü bir zat vardı.
Onun hemen yakınında Yiğit, karların üzerine kıvrılmış, huzurlu bir şekilde
uyuyordu.
Seyyah hemen delikanlının yanına vardı. “Yiğit!” dedi. Delikanlının
yüzünü okşadı. Teni sıcaktı. İçi ışıdı gezginin. Yiğit yaşıyordu. Hayatta ve
birlikteydiler.
Alçak bir taşın üzerine oturmuş kendisine bakan adama döndü. “Efendi,
kimsin, sen mi bizi toparladın, canımızı sağ ettin? Öyleyse Allah senden razı
olsun.”
“Ben Hak yolunda ömür tüketmiş, garip bir dervişim. Er Sultan derler
adıma. Nice zamandır mekânımdan uzak, naaşım toprak üzere dururum
buralarda. Acım büyüktür. Sizleri Allah yolladı. Onun kerameti ile
bedenlerinize güç verdim, sizi iki gün boyunca şiddet-i şitâdan azad
eyledim.”
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
34
Seyyah dervişin söylediklerinden bir şey anlamamıştı ama kerametli bir
evliyâya rast geldiklerinin farkındaydı. Ölümün kıyısına varmışken, bir araya
getirilmişlerdi.
“Demek iki gündür buralarda yatarız böyle ha?.. Er Dede, Allah’ın nuru
üzerine olsun. Ben de bir garip gezginim. Yollarda iken tipiye esir olduk.
Evladımdan ayrı düştüm, öldüm sandım ama yaşarım. Benden canım dilesen
de artık önem arz etmez. Yiğit’imi tekrar buldum, sağ gördüm ya, o bana
yeter…”
“Efendi benim de bir dileğim vardı lâkin canın değildir. O can Allah’a
emanettir. Benim naçiz bedenimi mekânıma götürüp ruhumun acısını
dindiresin.”
“Er Dede, ne istersen yaparım ama anlamadım dediğini.”
“Bana biçilen ömrü tükettim nice zaman önce. Rabbin huzuruna erdim.
Şehr-i Engürü’de kubbem vardır, orada ikâmet ederim. Lâkin bir süre önce
iki cahil, fâkir ve naçar adam türbeme girip bedenimi topraktan söküp bir
küflü tabuta yüklediler ve saman dolu bir arabayla Engürü’den kaçırdılar. Bu
iki zavallının sevdicekleri amansız bir hastalığa yakalanmış idi. Benim
kerametimden, ki haşa aciziz hepimiz Hak katında, medet edip kubbeme
vardılar. Amma vasıtam ile Allah’tan şifa dilemek yerine, toprak altından
bedenimi çıkarıp yüklendiler. Niyetleri odur ki, bedenimi köylerine götürüp
kubbemi orada kuracaklardı. Evlerindeki hastalar için oradan dualar
edeceklerdi. Bedenlerimiz ruhlarımızın örtüleridir, toprağa karışır giderler bir
gün. Ancak efendi, ruhumuz ondan ayrı değildir, toprağımız neredeyse oraya
konarız ahrete kadar. Mahşerin gelmesini orada bekleriz. İşte bu gafiller beni
yerimden edip buralara kadar sürüklediler. Üzerlerine tılsımlar takıp
olmayacak dualarla donandıklarından kendilerine görünüp doğru yola sevk
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
35
etmem mümkün olmadı. Kışın şiddetinde işte bu sahradan geçerken kurtlar
çevirdi yollarını. Zavallıların ruhları şad olsun…”
Seyyah Er Sultan’ın anlattıklarını şaşkınlıkla dinledi. Karşısındaki
derviş çoktan rahmetli olmuştu ve onun gözüne görünen bir ruh idi. Hikâyesi
ise pek garipti. Seyyah iki can borçlu olduğu bu dervişe bir şekilde borcunu
ödeyecek olmanın fırsatını bulduğu için heyecanlanmıştı.
“Er Dede, bu andan sonra seni mekânına kavuşturmak hayat memat
meselesidir benim için. Naaşın nerdedir? Hemen yüklenip koyulalım yola.”
“Şu ağaçların altından bir yol geçer. Gariplerin arabası orada devrik
haldedir. Tabut orada karların altındadır.”
Seyyah hemen ayaklanıp yola indi. Gerçekten de burada devrik bir at
arabası vardı. Üzeri büyük ölçüde karla kaplanmıştı. Seyyah dizlerine kadar
gelen karda zorlukla ilerleyip arabanın yanına vardı. Eliyle arabanın
üzerindeki karları kürüdü. Biraz sonra araba iyice açığa çıktı. Ama açığa
çıkan sadece ata arabasının iskeleti değildi. Alttaki kar kana boyanmış, kan
ve samanla bezeli buz parçalarına dönmüştü adeta. Arabayı çeken atın
yerinde ve yakınlarda belirgin kan izleri vardı. Er Sultan’ın dediklerini
anımsadı. Kurtlar iki hırsızın yolunu kesmişti. Atla birlikte adamlar kurtlara
yem olmuşlardı. Seyyah onlar için üzüldü. Böylesine delice bir şeyi
yapmalarına neden olan şey, sevdikleriydi ve sevdiklerine kavuşmak bu
cihanda onlara nasip olmamıştı onlara.
Tabutu arabanın az ötesinde buldu. Saman yığınının altındaydı. Açığa
çıkardı, eski tahtalardan yapılma derme çatma bir tabutu. Arabanın
üzerindeki ipleri çözüp tabuta bağladı. İpinden tutup sürükleyebiliyordu
şimdi onu. Güç bela yukarı taşıdı tabutu. Er Sultan Yiğit’in yanındaydı. Yiğit
uyanmıştı.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
36
“Er Dede, işte getirdim tabutu. Tez yola düşelim.”
Seyyah bu sözleri söyleyip Yiğit’in yanına vardı. “Nasılsın evlât, iyi
misin? Koptun gittin benden, işte bu derviş bizi bir araya getirip iyileştirdi.
Kışın soğuğundan azad etti. Bak hele, karların üzerinde yatarsın ama sıcak
yatağın gibidir, öyle değil mi?”
“Öyle Seyyah Efendi. Seni kaybettim diye çok korktum.”
“Allah Er Dede’den razı olsun.”
“Efendi, Allah ikimizi de merhamet edip yollarımızı kesiştirdi.
Şükredelim ona ki, büyük kudretini bizden esirgemedi.”
“Şükürler olsun. Artık yolculuk vaktidir Er Dede. Şehr-i Engürü ne
menem bir yerdir, hele öne düş de göster bize…”
* * *
Er Sultan’ın kerametiyle karlı yollar önlerinde açıldı. Dışarıdan esen
rüzgârı ve insanın tenini kesen soğuğu hissetmediler. Er Sultan onlara
hakikate ve büyük aşka ulaşmaya dair hikâyeler anlattı. Seyyah ile Yiğit her
ne kadar beynamaz idilerse de, Er Sultan’ın sözlerinden feyz aldılar.
Derken karşılarına bir ceset topluluğu çıktı. Bunlar dünkü ordunun
kalıntılarıydı. Birçok adam karlar arasında taş gibi kıpırtısız uzanmaktaydı.
Eşyalar, kıyafetler kar üzerine saçılmıştı. Kar yağışı devam ettiğinden
kalanları toplamaya gelen olmamıştı anlaşılan. Önlerinde uzanan topraklar
açık bir mezarlıktı o an için.
“Ah Direklibel!” dedi Er Sultan. “Ne canlar aldın, ne büyük acılarla
beslendin…”
Ölenlerin ruhunu dualarla şad edip Direklibel mezarlığını geride
bıraktılar ve yürümeyi sürdürdüler. Seyyah, büyük gezgini arayışını anlattı. O
zaman Er Sultan, “Ah yiğidim, yanına kadar varıp da bilememişsin aradığının
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
37
o olduğunu,” dedi. “Mehmed Zılli Evliya’dan bahsedersin. Defterzade
denilen paşanın maiyetinde bulunurdu. Tipiye tutulup askerler arasına
katıldığınızda, o da sizin önünüzde gider idi.”
Bu sözleri duyunca başından kaynar sular dökülür gibi oldu Seyyah’ın.
“Ne dersin Er Dede sen? Bu paşanın yanında mıydı, düşümde gördüğüm
büyük gezgin? Eyvah, gecenin kör karanlığında bilemedim! Nasıl bir fırsatı
kaçırdım! Nerdedir şimdi Er Dede? Sen bilirsin her şeyi.”
“ İçin rahat olsun Seyyah oğlum. Evliya dönüp dolaşıp Engürü’ye
varacak. Sen beni mekânıma kavuşturduktan sonra bekleyeceksin. Düşünde
gördüğün yüksek kale de Engürü Kalesi’dir.”
Er Sultan’la karşılaşmaları bir tesadüf değil gerçekten de yaratıcının
hikmetiydi. Büyük gezgin Evliya muhtemelen onların önünde bir yerlerde
seyrediyordu. Er Sultan’a borcu olmasa, tez yetişir bulurdu onu. Ama hiç
sapmadan Engürü’ye varmaları gerekti. Er Sultan’ı mekânına yerleştirdikten
sonra, bekleyecek ve Evliya ile tanışacaktı. Rüyası gerçekti. Buna en
başından beri olan inancı hiç sarsılmamıştı zaten.
Seyyah artık hiç durmamacasına ilerlemek istiyordu. Ama Gümüş
kasabasına vardıklarında Er Sultan onların burada biraz soluklanmalarını ve
karınlarını doyurmalarını istedi. Tüm eşyaları ve yiyeceklerini
kaybetmişlerdi. İki gündür bir şey yemeden, Er Sultan’ın kudretiyle ayakta
durduklarını fark etti Seyyah. Yiğit’in ve Er Sultan’ın hatırı için Gümüş’te
konaklamaya razı oldu.
* * *
Gümüş kasabasına vardıklarında paşa ile askerlerin burada konaklayıp
sabah tekrar yola çıktıklarını öğrendiler. Büyük gezgini kıl payı kaçırmak
Seyyah’ın hoşuna gitmemişti.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
38
Buradayken Er Sultan’ın sadece kendilerine göründüğünü anladılar.
Kasabalılar ellerinde tabutla gelen bu iki kişiyi yadırgasalar da, paşanın
askerlerinin ağırlığını üzerlerinden yeni atmış olmalarındandır ki, bu durumu
pek irdelemediler. Zaten Seyyah, tabuttakinin cennet mekan babası olduğu,
arzusu üzerine onu Engürü’ye gömmek için yola düştüğü hikâyesini
anlatmıştı.
Geceyi metruk bir handa geçirdiler. Dışarıda yine şiddetli bir tipi
başlamıştı. “Er Dede, paşa gene kara kışa esir oldu zahir. Bu Evliyâ’ya zeval
gelmesin?”
“Gelmeyecek oğul, dertlenme. Lâkin paşanın askerleri, yaptıkları
zulümün bedeli daha ödeyecekler.”
Ertesi gün bol akçe sayarak, kızaklı bir at arabası tedarik ettiler ve
yüklerini arabaya yüklediler. Cılız bir atın çektiği arabayla yola koyuldular.
Havanın hırsı hâlâ tam olarak sönmemişti. Soğuk, suratları arsızca
yalamaya devam ediyordu. Er Sultan’ın rehberliğinde ilerlemeye devam
ederken, Dankasa denilen bir köyün yakınlarında, üzerlerinde yüklerle, çoluk
çoluk birtakım köylülerin, ağlayıp sızlanarak etrafta gezindiklerini gördüler.
Biraz soruşturunca, Defterzade’nin askerlerinin bu köylülere zulmettiğini ve
hepsini kara kışta dışarı atıp evlerine yerleştiklerini öğrendiler. Askerler
kundaktaki bebeğe dahi acımayıp tüm köylüleri yerinden etmişti.
Bu hazin görüntüyü artlarında bırakıp birkaç saat daha yol aldılar. O
vakit, geceki tipinin izleri ortaya çıkmaya başladı. Paşa birçok malını
mülkünü, atını ve askerini kar üzerinde bırakmıştı yine. Defterzade’nin
yolculuğu meşakkatli ve acılıydı. Bundan herkes nasibini almıştı. Seyyah,
gezgin Evliya’nın bu zorlu yoldan sağ salim çıkmasını diledi. Her ne kadar
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
39
Engürü’de bir araya geleceklerini bilse de, şüphe zaman zaman içini
kemiriyordu.
Kırkdilim Dağı’nın ortasındaki vadiden rahatlıkla geçtiler.
Kendilerinden öncekiler bu boğazı aşmak için canlar feda etmişti ama Er
Sultan’ın kerameti onlara soğuğu sıcak ediyordu. Kar üzerinde düz yolda gibi
rahat ilerliyorlardı.
Kırkdilim Dağı’nı aşıp Çorum topraklarına adım attıklarında bir günü
daha devirmişlerdi. Yollarındaki bir köyde konakladılar. Paşa ile askerlerin
Çorum şehrine yönlendiklerini öğrendiler. Seyyah o istikamette
ilerleyeceklerini düşünüyordu ama Er Sultan buna gerek olmadığını,
Kızılırmak’ı aşıp doğruca Engürü tarafına ilerlemeleri gerektiğini söyledi.
Köyde fazla eğlenmeyip Kızılırmak yönüne yürüdüler. Karakeçili
adında, nehre bir saat mesafede bir köye varıp dinlendiler. Köylülere artık
kendisini bir gezgin olarak anlatamayan Seyyah, her yerde değerli babasının
arzunu yerine getirmek isteyen vefalı bir evlât rolü oynuyordu.
Köylüler onlara Çeşnigir Köprüsü’ne varıp Kızılırmak’ı geçmelerini
salık verdiler ama Kızılırmak sığ akmakta olduğundan, köprüye varma
lüzumu duymadılar ve nehri aştılar. Bu geçiş esnasında Er Sultan, “Irmağın
bu durgunluğu gazabının habercisidir,” dedi. Seyyah bunu nehrin baharda
coşkunca akacak olmasına yorumlayıp üzerine gitmedi.
Yolculukları boyunca Er Sultan sık sık geçtikleri beldelerdeki
muhterem zatlardan bahsedip Seyyah ile Yiğit’ten, onların ruhlarına dualar
armağan etmelerini istemişti. İşte bu dervişlerden biri de Bardaklı Baba idi.
Kızılırmak’ı aştıktan sonra Bardaklı Baba’nın ziyaretgâhına vardılar. Bu
esnada Er Sultan gözlerden kayboldu. Seyyah’la Yiğit panik oldular ama
yapacak bir şeyleri yoktu. Beklediler ve beklerken Bardaklı Baba’nın türbesi
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
40
başında, ziyaretçilerle birlikte dualar ettiler. Ve bu nurlu kimsenin bir
kerametine şahit oldular.
Türbe başında içi suyla dolu elli yıllık bir ibrik durmaktaydı. Her kim ki
onunla abdest alıp ibriği yerine koyduğunda, ibrik hiç kullanılmamış gibi
suyla dopdolu kalmaya devam ediyordu. Ziyaretçilerin hayretlerine karşın,
Yiğit ve Seyyah pek makbul karşıladılar bu durumu. Görüp geçirdikleri, bu
kısacık gezginlik süresinde epey fazlaydı…
Derken Er Sultan tekrar görünür oldu. Seyyah, “Er Baba, buhara dönüp
yok oldun, nerelerdeydin?” diye sorunca, “Muhteremi yerinde bir ziyaret
ediverdim,” diye cevapladı derviş. Tekrar yola çıktılar.
Uzun yollar kat edip günler devirdiler ve bir hafta sonra Çubuk Ovası,
oradan da şehr-i Engürü karşıladı onları.
* * *
Düşünde gördüğü yüksek kalenin eteklerine kurulu bir şehirdi Engürü.
Kalesi heybetliydi ve duvarlar yerden epey yüksekteydi. Banisi bilinmiyordu
ama ta Roma devrinden beri var olduğu söylenmekteydi. İç ve dış surlardan
oluşan kalenin üzerine çıkıldığı vakit, çok geniş toprakları seyir eylemek
mümkündü. İçinde hanlar, çarşılar ve evler bulunmaktaydı. Bulunduğu yere
olan hâkimiyeti nedeniyle padişahın önemli kalelerinden biriydi.
İşte aradığı kaleye nihayetinde varan Seyyah, Er Sultan’ı Odunbazarı
denilen bir yerdeki küçük bir kubbeye, bir gece vakti gizlice yerleştirip
dervişin ruhunu şad eyledi. Mart başlarındaydılar ve Er Sultan’ın dediği
üzere, Evliya yakın bir vakitte gelecekti. Kalenin içindeki hanlardan birine
yerleştiler ve her gün Er Sultan’ı ziyaret edip şehri gezindiler.
Engürü şehri tiftik keçisi ve sofuyla ünlüydü. Bu keçiler beyaz tüylü
olup tüyleri çok değerliydi. Onun tüylerinden yapılan Engürü sofunun bir eşi
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
41
benzeri yoktu. Her kim bunu kendi memleketinde de yapmaya kalktıysa, bir
türlü becerememişti. Anlatılana göre Frenkler keçileri kendi diyarlarına
götürüp orada yetiştirip ipli ğinden soflar dokumaya kalkmıştı ama asla
Engürü’dekine benzememişti. Engürü halkı bu müstesna keçinin ve sofun,
Hacı Bayram Veli’nin kerameti ve şehrin güzel havasının hükmü olduğunu
söylüyordu.
Bağı bahçesi bol, tarlaları geniş, kalesi benzersiz bu şehirde iki hafta
dolandılar. Gözleri ufuktaydı Seyyah’ın. Paşanın büyük gezgin ile varacağı
gün gelip çatabilirdi. Ama her gün hayal sükûtu içinde, yataklarına
çekiliyorlardı.
Sıkıntılı bekleyişten sonra nihayet bir sabah Defterzade askerleriyle
birlikte şehrin kapısını çaldı.
* * *
Haberi alan Seyyah’la Yiğit hemen koştular. Şehir kapılarının yakınına
vardıklarında, tüm askerin, devenin, katırın, malın mülkün şehir duvarları
ötesinde bekleştiğini gördüler. Engürü a’yânı Defterzade’yi celâlî olup
Varvar Ali Paşa ile birleşmeye niyetlendiği için, “Biz sizi padişah kalesine
koymayız,” diyerek, şehre almamıştı.
“Bre ne yapar bu gafiller!” dedi bunu öğrenen Seyyah. “Boşa mı
bekledik onca gün? Olmazsa, artık gidip paşanın huzuruna çıkacağım.”
Seyyah bu vaziyete çok kızmıştı. Beklemekle olmayacaktı bu iş.
Hazırlanıp aşağı inmeye niyetlendiği sırada, aracıların devreye girdiğini ve
mahkemeden izin alınacağı söylentisi ulaştı kulaklarına. Öyle olunca Seyyah
biraz daha bekleme kararı aldı. Ayaküstü olacak değildi bu iş. Büyük gezgin
şehre girdikten sonra kapısına varmak en makbûl yoldu.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
42
Nihayetinde aracılar ve paşanın şehirdeki tanıdıkları vasıtasıyla
Defterzade’ye şehirde üç gün kalma izni verildi.
“Evliya’nın kapısına varıp yoldaşlık arzusunu dile getirmek kaldı
geriye,” dedi Seyyah.
Ama paşa top atışları altında kaleye dâhil olduktan sonra, büyük
gezginin karşısına çıkmanın yolunu bir türlü bulamadı Seyyah. Paşanın
maiyetine askerler yaklaştırmıyordu. Gezginin Hacı Bayram Veli tekkesinde
olduğunu öğrenip yanına varmak istediğinde, birkaç yanık yüzlü nefer
tarafından kabaca uzaklaştırılmıştı oradan. Bunu kubbesine varıp da Er
Sultan’a dillendirince derviş, “Meraklanma oğul, ben onu mekânıma davet
edip seni görmesini sağlarım,” dedi.
Ertesi gece Er Sultan, Evliya’nın düşüne girdi.
* * *
Evliya Çelebi nam, İslâmbol şehrinin Unkapanı semtinde dünyaya
gelen ve ömrünün on dokuzuncu senesinde rüyasına giren peygamberden
şefaat dileyecek yerde seyahat dileyerek yollara düşen büyük gezgin, o gece
uykusunda sarı sakallı, bal rengi softan hırka giymiş, başında on iki dolama
sarık olan bir zat-ı muhterem gördü.
Bu kişi, “Bak a oğul,” dedi. “Layık mıdır ki, benim çırağım köse
Bayram Veli’ye giderken beni basıp geçesin, onu ziyaret edip bir hatim
edesin, bana bir Fatiha okumayasın?..”
Evliya, “Sultanım, cenabı şerifiniz kimdir? Ben sizi bilmem ve nerde
oturursunuz?” diye sual etti.
“Güreşçiler Tekkesi’nde Sultan Murad Han huzurunda pehlivanlara
duacılık ederken, ‘Engürü’de Er yatar, Rum’da Sarısaltık,’ demez miydin?
İşte Engürü’deki Er Sultan benim. Aşağı Tahtakale yakınında,
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
43
Odunbazarı’nda bir kesif kubbe içinde kaldım. Gelip ziyaret edip bir Fatiha
ile şâd eylesen, dünyada ve ahrette dileğine ermiş olasın. Sabah bir adam
göndereyim, hemen bana benzer, onunla el ele verip bana gel ve ziyaret eyle,
selâmün aleyküm…”
Evliya Çelebi o anda uykudan uyandı. Hemen kalkıp abdest aldı. Sabah
namazını kıldıktan sonra, kendisini kahvaltıya buyur eden hademeye bugün
niyetli olduğunu söyleyip konakladığı evin bahçesinde beklemeye koyuldu.
Gün ağarırken akşam rüyasında gördüğü kişiye benzer biri geldi ve
“Evliya Çelebi siz misiniz? Er Sultan düşünüzde bizi size gönderdi, buyurun
gidelim,” dedi.
Evliya Çelebi hemen hazırlanıp bu kişi ile yola düştü. Odunbazarı
denilen mahalle geldikleri vakit, adam meydanın batısındaki küçük bir
kubbeyi işaret ederek, “İşte Er Sultan kubbesi şudur,” dedi. Evliya o yöne
bakıp başını geri çevirdiğinde gördü ki, kendisine yol gösteren zat yerinde
yok idi.
“Bre meded! Ben onun elin elimden koyvermesem gerek idim! Bre
Meded! Halim neye varır?” diye sızlanarak geniş caddede dolanmaya başladı
Evliya Çelebi. Yakınlardaki keçe kaplı küçük bir kapıdan, “Herhalde buradan
içeri giriverdi,” diyerek adım atınca anladı ki, burası bir bozahaneydi ve
paşalı katırcılar ve eşekçiler burada alem yapardı.
Katırcılardan birisi, “Buyur Evliya, bir bozamızı iç,” dedi.
“Hay benim bozahaneye girdiğimi gördüler!” diyerek, utanç içinde çıktı
oradan Evliya.
Rehberini aramaktan vazgeçip hemen Er Sultan türbesine vardı.
Türbenin alt basamağına yüz sürüp “Ey sultan, ‘Sana bir kılavuz gönderirim,’
dedin, sözünde durup gönderdin ama henüz irşâd olmadan elimden aldın.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
44
Kapına gelip seni ziyaret ettim, himaye ya er Sultan!” diyerek olduğu yere
yığıldı, derin bir uykuya daldı ve Er Sultan’ı yine karşısında görüp selam
verdi ve “Sultanım bana kılavuz gönderdiğin adamı yitirip kılavuzsuz kapına
geldim. Beni eli boş bırakma!” dedi.
Er Sultan dedi ki:
“Sen bir hafız olduğundan ve ermişleri sevip türbelerine yüz
sürdüğünden, yoksun kalmazsın. Biz sana muhabbetimizden düşüne girip
‘Sana bir vesile göndeririz, onun eline yapışıp bize gel,’ dediğimizde, sabahı
yine biz varıp eline yapıştık. Seni tarîk-i hakkâ getirir, mürşid-i kâmilinim.
Elem çekme!..”
Er Sultan bunları deyip sözlerine devam etti:
“Amma sen de bu yardakçılar ile gezerken fukaraya, güçsüze merhamet
et ve yardakçılardan kurtulmaya çalış. Ve paşana söyle; benim himayemde
olan Engürü’ye kapanıp celâlî olup civardaki Tanrı kullarına eziyet etmesin.
Sana Allah seyahati tam, ahir nefeste iman verip ve peygamber desteğini
nasip edip sıhhatle dünyayı gezdikçe; azıcık ta’am ye, azıcık uyu ve azıcık
söyle ve ilme çok amel eyle… Pirlere riayet eyle. Bunlara uy ve duanı
esirgeme, lâkin senden bir arzum vardır…”
Evliye Çelebi, “Arzunu emir telakki ederim sultanım,” dedi.
“Bak Evliya, şu iki yiğit bana bir zaman yoldaşlık edip ruhum acılarla
sızlarken acılarımı dindirdiler. Onlar da seyahat aşkıyle yollara düşmüşler ve
bu yolda bir kılavuz ararlar. Seni Allah’ın kudretiyle rüyalarında görüp
peşine düşmüşler. Kaderde bir araya geldik. Benim senden dileğim, onların
yoluna ışık tut…”
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
45
Evliya bu sözler üzerine dönüp baktığında arkasında yetişkin bir adamla
on beşinde bir delikanlı olduğunu gördü. “Sultanım sen merakta kalmayasın,
ben onlara kılavuz olurum,” dedi, Er Sultan’a dönüp.
Er Sultan, “Oğullarım,” dedi. “Benim artık istirahata çekilip Tanrı’nın
huzuruna nail olmam gerekir. Allah hepinizi doğruya sevk etsin, pek çok
memleketler görmek nasip etsin. Dualarınızı pirlerden, dervişlerden
esirgemeyip Hak yolundan sapmayasınız…”
Derviş usulca silinip gitti gözlerinin önünden ve üç gezgin de bir daha
ömürleri boyu onu görmediler…
* * *
Evliya Çelebi Seyyah ile Yiğit’i misafir olduğu konağa getirdi. Yolda
Seyyah kendilerini tanıtıp, “Seninle aynı amaç için yollara düştüm Evliya
Efendi. Bilirim ki pek hakikatli kişisin, bize yol göster, al yanına iller
dolaştır,” dedi.
“A ğa, ben hâkir, değersiz bir kulum sadece. Haşa, büyüklük haddime
değildir. Ancak Tanrı’ya yakışır o. Lâkin ömrümün uzun senelerini yollarda
geçirdim. Seyyahlık zordur. Bu topraklar nice güzelliklerinin yanında pek
çok tehlike de barındırır içinde. Siz iki adam, yayan yapıldak yollara
düşmüşsünüz, başınıza bir zeval gelmemiş Tanrı’nın hikmetiyle. Er Sultan’a
yaren olmuşsunuz, ne mutlu size. Esasında benim diyecek pek sözüm de
yoktur, sizin yolunuz çizilmiştir. Amma Er Sultan hatrı içün sizi boş
koymayacağım.”
“Yanına yoldaş olmaktır arzumuz.”
“Bu arzunuz beni mutlu eder lâkin benim yolum zorludur Seyyah
Efendi. Devletlû vezirimizin yoldaşıyım, o nereye sürüklenirse, ben de oraya
giderim. Ereğim gezmektir diyar diyar ama devlet-i âliyenin de yükün
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
46
taşırım. Oysa sen, doğuştan gezginlikle amel biçilmişsin. Adın dahi
Seyyah’tır ki, seyahate eresin diye. Anladığım odur ki, sizin yolunuz benden
farklı çizilidir.”
Konağa vardıklarında Evliya Çelebi onlara ikramlarda bulunup
hediyeler ihsan eyledi. Bu hediyeler birkaç esvap, iki katır, bir kese altın ve
bir pusula idi. “Bu pusula size yol göstersin. Zorlu dağlar aştıkta hep beni
hatırlayasınız…”
Sonra öğütlerde bulundu Evliya ve dedi ki:
“1040 senesinde yollara düşmek nasip olduğunda peder-i azizim bana
uzun nasihatler etmişti. İşte şimdi yıllar sonra benim de bu nasihatleri,
gezginliğe baş koymuş iki değerli kişiye iletmem gerekmiş. Demişti ki peder-
i azizim;
‘Oğul, âdem yoksul olur, besmelesiz yemek yeme. Sır verecek sözün
varsa sakın avradına deme. Giysinin söküğün üstünde dikme. Cünûb olup
yemek yeme. İyi adını keme takma ve keme yoldaş olma. Yürü ileri, kalma
geri. Alay bozma, tarla basma. Dostlar ayağına sarkma. Konmadığın yere el
uzatma. İki kişi söyleşirken dinleme. Ekmek ile tuzun hakkın gözet.
Namahreme bakıp kötülük etme. Davetsiz bir yere varma. Varırsan güvenli
yere, namuslu kimseye var. Sır arkadaşı ol. Her mecliste duyduğun sözleri
hafızanda tut. Evden eve misafir olup söz gezdirme. Yergiden, kovuculuktan
uzak dur. Herkesle iyi geçin. İnatçı ve dil uzatıcı olma. Senden uluların
önünden gitme. İhtiyarlara saygı göster. Daima temiz olup haramdan uzak
dur. Beş vakit namaza müdavemet edip ilimle meşgul ol… Eline giren malı
israf etme. Kanaatle geçin ki, kanaat tükenmez bir hazinedir. Dünyalık akçeyi
lokma ve hırka için saklayıp namerde muhtaç olma; zira düşmana kalırsa
kalsın, dosta muhtaç olma tek…
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
47
‘Ve oğul, gezdiğin yerde kendini daima muhafazada ol. Su uyur
düşman uyumaz. Ahirin ve akıbetin hayır ola. Düşman şerrinden emin olup
yüce Tanrı yardımcın olup dünyada güvenlik, ahir nefeste iman içinde
olasın…’
İşte babamın bana öğütleri bunlardı. Ben değersiz bir kul, yoksul Evliya
size bundan ötesini diyemem. Ben bu nasihatleri kulağıma küpe ettim, Allah
yolumu açık eyledi. Siz de bunlara uyasınız. Sizin de yolunuz açık, ömrünüz
uzun ola…”
Evliya Çelebi bunun üzerine Seyyah’la Yiğit’i alınlarından öpüp yola
koydu. Seyyah onun yanından ayrılırken huzur içindeydi. Büyük gezginin
hediye ettiği pusulaya baktı. “Yiğit oğlum,” dedi. “Gayri yolumuz açıktır.
Dervişlere yüzün sürüp büyük gezginin öğütlerini aldık. Bundan böyle içim
rahattır. Kader bizi toprağımızdan alıp nerelere sürükledi. Görelim, akıp
giden zaman nehrinin sonu nereye varır…”
Engürü Kalesi’ni o günün akşamında terk eyleyip yeniden yollara düştü
iki gezgin…
Not: Bu öykü “Seyyah” serisinin ikinci öyküsüdür. İlk öykü “Kara
Mürekkep” isimli e-kitabımızda yayınlanan “Obur Devin Baskını” adlı
öyküdür…
“KALDIRIM”“KALDIRIM”“KALDIRIM”“KALDIRIM”
Baran GüzelBaran GüzelBaran GüzelBaran Güzel
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
49
Beyaz kanatlı yakışıklı adam kendini “Büyücü” diye tanıtmıştı onlara.
Uyanınca kendilerini bembeyaz bir odada, başkalarıyla aynı duyguları
paylaşırken ve aynı şeyleri düşünürken, aynı merak, aynı korku içinde
bulmuşlardı. Seçilmişler miydi? Ya da akıllarına getirmeye çekinmedikleri,
fakat söylemeye utandıkları şey mi olmuştu; ölmüşler miydi? Az sonra bir
kapı gıcırtısı duyuldu. -Daha sonra, böyle bir mekânda nasıl kapı gıcırtısı olur,
diye düşüneceklerdi- Saçlarını hoş kokuları sırtlanıp burunlarına taşıyan serin
bir rüzgâr okşadı. Bu serin rüzgâr yanaklarını gevşetip gülümsemelerine
neden oldu. Beyaz kanatlı adamı ilk o zaman gördüler. Melodi gibi gelen
sesiyle bir şey anlatmaya, şu anki durumlarını özetlemeye çalıştı. Konuşurken
sanki dinleyicilerini bayıltmamak için sesini çirkinleştirmeye çalışıyor,
suratındaki muazzam güzelliği saklamak için kaşlarını çatıyordu. “Bu kapının
ardında Cennet var.” dedi. -Dinleyenler Büyücü’nün güzelliği karşısında
Cennet kavramının önemini anlayamamışlardı.- Bu kapıdan girmek için bir
şartı olduğunu da ekledi hemen Büyücü. Bu şartı da nasıl
gerçekleştireceklerini bir bir anlattı.
***
Her gün yüzlerce ayağın ezdiği, köşeli taşlarla döşeli kaldırımda
beklerdi Dilenci. Her gün bir yere varmak için telaşlı adımlarla tüketilen bu
kaldırımda bekler, komik denilebilecek acınası kıyafetleriyle dilenirdi.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
50
Dilencilerin itilip kakıldığı, hor görüldüğü veya görmezden gelindiği,
dualarının duyulmadığı, seslerinin işitilmediği, üzerlerindeki paçavralara ve -
eğer erkeklerse uzamış sakallarına, kadınlarsa eşarpla kapatmaya çalıştıkları
yağlanmış saçlarında- leş kokularına acınılmadığı, mavi üniformalılar
tarafından kimi zaman tekmelendikleri, kimi zaman ise hücreye tıkıldıkları bir
zamanda dileniyordu üstelik.
Dilenci her gün olduğu gibi yola bakan son taşları aşınmış, ilk
yerleştirildiğinde köşeli olan sivri kısımları yuvarlanmış bu kaldırımda
duruyor ve dileniyordu. Daha önce görülmüş, tanınmış, duası alınmış ve para
verilmiş tüm dilencilerden farklıydı o. Diğer tüm dilenciler imrenerek
bakarlardı ona. Günün her saati güler, gördüğü herkesi mutlu ederdi o.
Karıncaların bile bir ucundan bir ucuna geçmeye korktuğu, bir söze
göre iğne atıldığında yere düşmeyeceği bu kaldırımdan çok değişik insanlar
geçerdi. Ama hepsinin ortak bir özelliği vardı. Hepsi bir yerden gelip bir yere
giden, sonra tekrar bir yere gelecek olan aceleci, somurtkan insanlardı.
Hemen hepsi birine çarptığında dönüp bakamayacak kadar acelesi olan
insanlardı. Hemen hepsi zavallı, az vakitli insanlardı. Bazıları öylesine
kaptırmıştı ki kendini akreple yelkovanın dönüşüne, zamana tur bindirmenin
peşindeydiler. Saçmaydı Dilenci’ye göre. Zamana karşı üstün gelmek asla
mümkün olmamıştı. Bilirdi Dilenci ve bu boş çabalara gülerdi.
Acelesi olan bir adamın çarpmasıyla kitaplarını düşüren genç kızın
yanındaydı Dilenci. Kabaca bir adam sol elindeki telefonu kulağına dayamış,
koşar adımlarla yürürken karşıdan gelen kıza çarpmıştı gövdesinin sağ
tarafıyla. Genç kızın sol elindeki kitaplar yere düştüğünde ve kız hafif bir
sarsıntı geçirdiğinde adam arkasını bile dönmemiş, adımlarını daha da
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
51
hızlandırıp kalabalığın arasına karışıp uzaklaşmıştı. Belki de çarptıktan bir iki
saniye sonra kızın ağzından çıkan “Yavaş ayı!” sitemini bile duymamıştı.
Sesten bile hızlıydı adam. Dilenci oradaydı. Eğilip kızın düşen kitaplarını
topladı. Bunu hiç de romantik olmayan bir biçimde çabucak yapmıştı.
(Yanlarından geçen insanlar bu duruma kızıyor gibiydiler, Dilenci ve kız
kaldırımın ortasında insanların arasında küçük bir çember oluşturmuşlardı.)
Genç kız sağ eliyle yanaklarına dökülen saçını kulağının arkasına sıkıştırıp
doğrulurken “Teşekkür ederim.” dedi. Bunu öyle âcizane söylemişti ki
Dilenci’nin tuhaf kıyafetlerine bakışları, gerek yok, der gibiydi. Dilenci
“Önemli değil.” dedi. Belki kız bıkkınlıkla teşekkür etmese daha başka şeyler
de söyleyecekti. İnsanlarda son zamanlarda nezaket duygusunun
azaldığından bahsedecekti belki. “Mutlu olun.” dedi Dilenci son olarak. Bunu
söylerken gözlerinde oluşan pırıltı kızın kalbinde alışagelmemiş bir takım iyi
duyguların oluşmasını sağladı. Kız mutlu olmuştu. Dilenci bunu kızın
yanağında oluşan gamzelerden anladı. İçin için güldü.
Kız kalabalığın arasına karışıp yokluğa adım atarken Dilenci her zamanki
yerine döndü. Kaldırıma yıllar önce sıralı şekilde on metre arayla dikilmiş dev
gövdeli bir çınara yaslandı. Gölgesinde durup sırtını yasladığı bu çınar,
dibindeki kaldırım taşlarını yerlerinden oynatıp diğer taşlara oranla daha
yüksekte durmasına sebep olmuştu. Çınarın köklerinden bazıları toprağın
üzerine çıkmıştı.
Yaklaşık on metre ileride başka bir çınarın gölgesinde Saatçi duruyordu.
Saatçi saat rafını çınarın; caddenin tam tersi yöne, yani kaldırımdan geçen
insanlara, kaldırımın bittiği yerde başlayan bahçe duvarına –büyük ihtimalle
bir devlet dairesinin bahçe duvarıydı bu.- bakan tarafına yaslamış,
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
52
katlanabilir taburesinde oturmuş, kucağındaki su dolu cam kavanoza elindeki
saatleri daldırıp mallarının su geçirmezliği belgelemeye çalışıyordu. Öfkeli
kalabalıktaki birkaç dakikasını kaybetmeyi göze alan ve saate ihtiyaç duyan
az sayıdaki bazı kişiler elleri ceplerinde önce, sadece bakıyorum, imajı
vererek yanaşıp kaldırımdaki insanların kendilerine bakmadıklarından emin
olup (Ucuzdu bu saatler, kiloyla satıldıkları rivayet edilirdi, zamansızlıkta hat
safhaya ulaşmış çekik gözlü bir millet tarafından imal edilirlerdi, bu saatleri
alanlar genellikle ya fakir ya da öğrencilerdi. Utanırdı insanlar bu saatleri
alırken.) gözlerine kestirdikleri bir saati alıyorlardı.
“Kaç para?”
“Beş lira ver yeter, ilk müşterimsin daha.”
“Bilemedim ya çok çeşit var aslında… Hangisini alsam?”
“O elindeki iyidir, en çok sattığım mal o. Kayışı yılan derisindendir
üstelik.”
“İyi madem, alıyorum.”
Duyardı bunları Dilenci ve gülerdi. Saatçi günde kim bilir kaç kişiye aynı
şeyleri söylerdi. Peki kaç kişiyi mutlu ederdi Saatçi? Alaya aldığından, küçük
gördüğünden değil; sadece merak ederdi Dilenci. “Hiç” derdi sonra.
Kim bir saate para verdi diye mutlu olur ki? Üstelik kesin bir şekilde
aceleciliğe, telaşa, buna bağlı olarak vurdumduymazlığa sürükleyecekken
insanı. Neden akreple yelkovanın döngüsünü, dünyanın döngüsüne tercih
eder ki insan? Üstelik kesin bir şekilde şahit oldukça zamanın akıp gittiğine,
mutsuz olacak insan. Ki karamsarlığa sürüklenecek.
Çınar ağacının gölgesine baktı Dilenci. Gölge hiçbir yöne doğru
yönelmediğinden günü yarı ettiğini anladı. Güneş tam tepesindeydi. Ağacın
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
53
yaprakları arasında bulduğu boşluklara ışınlarını yollayan güneş, çınarın
gölgesinde sarımsı kıpırtılar oluşturmaktaydı. Dilenci böyle anlardı zamanı.
Onun saate ihtiyacı yoktu. Saatçi’nin tezgâh açtığı yere her gün başka birisi
gelirdi. Gün kavramını da bu şekilde ayarlamıştı. Saatçi’nin olduğu gün
kaldırımın en kalabalık olduğu gündü. Sonra Boyacı olurdu Saatçi’den bir gün
önce. Boyacı’dan iki gün, Saatçi’den de bir gün sonra Kitapçı olurdu aynı
çınarın altında. Çınar bu durumdan hiçbir zaman şikâyetçi olmazdı, hiçbirine
birinden daha fazla gölge sunmamıştı bu güne dek veya hiçbiri daha fazla
gölge istememişti. Çınar hiçbirini birinden daha fazla sevmemişti. Fakat
Dilenci öyle miydi? O Kitapçı’nın olduğu günü, diğerlerinden her zaman ayrı
tutardı. Çünkü o gün bazı insanlar kitap alırdı ve bilirdi Dilenci kitap
alındığında ne kadar mutlu olunduğunu. Kaldırımdan geçen –sanki görünmek
istemedikleri bir insandan kaçar gibi- binlerce insandan yalnızca birkaçı kitap
aldığı için mutlu olurdu da, Kitapçı pek mutlu görünmezdi hiçbir zaman.
Yüzüne her zaman yıllar önce işlediği bir kabahati unutamayan ve bu
kabahatle yaşamaya mahkûm olan bir adamın ifadesi yerleşmişti. Yakınırdı
bazen: “Değil okumaya, nefes almaya bile vakti yok insanların. Şuna bak
sorsan –durdurup sorabilirsen tabi- hepsi çok mühim kişiler, hiçbiri kitap
okumaya vakit ayıramaz.”
Birkaç çınar ağacı uzaklıktaki otobüs durağında bir kızın hıçkırıklarla
bölünen konuşmaları havayı ve korna seslerini yararak kulağına çarptı
Dilenci’nin.
“…yır, is…rum işte!”
İnsanlara çarpmamaya özen göstererek durağa doğru yürüdü Dilenci.
Küçük kız otobüs durağında annesinin elini tutmuş ağlıyor, kadının yatıştırıcı
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
54
laflarını duymazdan geliyordu. Karşısına garip kıyafetli bir adam çıktığında
şaşırdı. Gözleri tuhaf denecek bir şekilde parıldayan, sakalsız, bıyıksız, seyrek
kaşlı ve tuhaf kıyafetli bu adama ihtiyatla bakan anne, küçük kızının elini
biraz daha sıkıp arkasına aldı. Gözlerini Dilenci’den kaçırarak, nasıl olsa gider,
ümidiyle bekledi. Dilenci dizlerini kırıp başı küçük kızla aynı hizaya geldiğinde
bir sihirbaz edasıyla arkasında sakladığı pamuklu şekeri kıza uzattı. Kız bir
annesine bir de pamuklu şekere baktı. Anne tam nazik bir şekilde pamuklu
şekeri geri çevirecekken Dilenci’nin gözlerinde gördüğü parıltıyla bu
düşünceden vazgeçti. İçine mutluluk parıltıları doldu. Küçük kız sanki biraz
daha beklerse Dilenci pamuklu şekeri vermekten vazgeçecekmiş gibi aceleyle
pamuklu şekeri kaptı.
“Teşekkür ederim amca.” dedi. Bir müddet naylondan çıkarmadan
elinde pamuklu şekerle bekledi.
“Teşekkürler beyefendi.” dedi anne. Diğer insanlar bu kılıkta bir adama
beyefendi dediği için şaşkınlıkla bakıyorlardı anneye.
Küçük kızın yanaklarına pamuklu şeker bulaştı sonra. Dilenci’nin
yanağında kocaman bir tebessüm belirdi. Anne dişlerini göstermekten
çekinir gibi gözleriyle gülmeye çalıştı. Buna şahit olan diğerlerinin de yüz
ifadeleri değişti.
Dilenci muzaffer bir edayla çınarın altına seğirtti. Birazdan hava
kararacak Hayat Kadını yolun karşısındaki kaldırımda belirecek, iki
parmağının arasına aldığı ölümü çakmağıyla ateşleyecek, sigaranın ruhunu
içine çekip mavi ölümü havaya üfleyecek. Sonra da yoldan geçen bir erkeğe
mesajlarını yazıp yüklediği bir göz kırpacak, son olarak Dilenci’ye ince bir
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
55
gülüş attıktan sonra günün şanslı erkeğinin koluna girip bazen yürürken
bezen de arabayla uzaklaşıp geceye karışacak.
***
Günün doğumundan az bir süre geçmişken insanlar uyandırmaya
başlardı kaldırımı. Daha güne merhaba demeden bacaklar insanların
gidecekleri yere güvenle gitmelerini sağlardı. Simitçi’nin ve Börekçi’nin yere
döktüğü nimet kırıntılarını sunardı kuşlara kaldırım. Çınarların dallarına
tüneyen kuşlar sabahın ilk saatlerindeki insan azlığından olabildiğince fazla
faydalanabilmek için her zamankinden daha aceleci davranır, yere inerken
toz kaldırır ve kaldırımın sunduğu bu nimetleri gagalarıyla ağızlarına alıp
yuvadaki yavrularına götürürlerdi. Kuşların bu telaşlı uçuşmaları kaldırımın az
sonra insan seline kapılmasıyla son bulur, onlar da kısmetlerini insanların
daha az olduğu yerler aramak için yuvadan da pek fazla uzaklaşmadan uçup
giderlerdi. Kuşların yerine insanları taşımak tabi ki üzerdi kaldırımı.
Kaldırımın taşlarının aşınmasını da buna bağlardı Dilenci. Kaldırım sinirinden
çatlıyor, derdi.
Gözlerinde hiçbir uyku belirtisi yoktu Dilenci’nin. Kendini çok dinç
hissediyor, sabahın serin havasını içine çekiyordu. Bu günün de diğer
günlerden hiçbir farkı yok, diye düşünüyordu. Sabahın ilk saatlerinde komik
kıyafetleri ile dikilmişti her zamanki çınar ağacı gölgesine. Bu ağaç
kaldırımdaki diğer ağaçlardan çok farklıydı. En azından o öyle düşünüyordu.
Bir kere diğerleri gibi gövdesine kazınmış harfler ve kalp figürleri yoktu;
kimsenin değildi ve ondan başka kimse gelip dikilmezdi bu çınarın altına.
Sanki tüm insanlar bu ağacın altına bir tek Dilenci’nin dikilmesi gerektiğini
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
56
bilirdi. Hangi diyardan gelmişti, geceleri hangi kuytu köşeye gider, hangi
karanlık odada uyurdu, kimse bilmezdi. Hangi takımı tutar, hangi dizileri
takip eder, siyasi görüşü nedir; sağcı mıdır solcu mudur veya solcuysa söz
gelimi kendisinin millet için faydalı bir insan olduğunu düşünür mü, önemli
bir insan olduğa inanır mı ya da tüm insanlardan üstün olduğunu mu sanır…?
Evlenmiş midir, evlendiyse çocuğu var mıdır, varsa kaç yaşındadır, yoksa kısır
mıdır, ya da en doğrusu evlenmiş midir. kimse bilmez. Ya da sorulardan en
mantıklısı: Kimse sormuş mudur?
Yine sıradan bir gün, diye düşündü Dilenci. Yine aynı ağaç altında... Yine
aynı insanlar geçmekte önünden. Herkesin yüzünde yine aynı ifade.
Şaşılacak şey doğrusu, diyor. Koskoca güneş koskoca dünyanın etrafını
dolaşıyor, saniyede kim bilir nerede, hangi diyarda neler oluyor. Ay doğup
batıyor. Yıldızlar kayıyor. Bulutlar şekilsizleşiyor. Çiçekler açıp soluyor.
Kelebekler doğup ölüyor en basitinden. ama insanların suratlarındaki ifade
hiç değişmiyor. Şaşılacak şey doğrusu.
Tam önünden kırmızı tişörtlü bir kız geçti Dilenci’nin. Arkasından
bakıldığında saçlarını bir arada tutan toka görünmüyordu kızın. “Birkaç adım
sonra saatine bakacak.” dedi Dilenci kendi kendine. Birkaç adım attıktan
sonra da kız sol kolunu kaldırıp boş kolunu gördüğünde saatini evde
unuttuğunu anladı. Bir iki saniye duraklayıp çantasından telefonunu çıkardı.
Bir iki tuşa basıp saati öğrendiğinde telefonu eski yerine koyup yürümeye
devam etti. O kadar hızlı gelişmişti ki bu sahne…
Kırmızı tişörtlü kızın geçmesi Kitapçı’nın geleceğini müjdeliyordu
Dilenci’ye. Mutlu olmak için bir sebep. Kitapçı her zamanki yerindeydi az
sonra. Her zamanki gibi kitaplarını dizmiş, taburesine kurulmuş kitap
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
57
okuyordu. Sanki müşteri beklemiyordu. Sanki bu işi yapmasının tek nedeni
bol bol kitap okuyabilmesiydi. Sanki işi kitap satmak değil, kitap okumaktı.
Görenler, acaba kitap okurken para da kazanıyor mu, diyebilirdi. Ama bu
uzak bir olasılıktı, insanların bunu düşünecek vakti yoktu.
Saatler ilerlerken epeyce dilenmişti Dilenci. Bu günün hâsılatı iyi diye
geçiriyordu içinden. Yüzler geldi gözlerinin önüne. Bu gün dilendiği insanların
yüzleriydi bunlar. O yüzler belirince gözlerinin önünde içi garip bir neşeyle
doldu. İçi Tanrı inancıyla dolu, uzun-beyaz sakallı, yaşlı bir adam… Otuzlu
yaşlarda tüm neşesi içinden sömürülmüş gibi bakan saçsız bir adam…
Mutluluğu horoz şekerine sığdırmış küçük bir oğlan çocuğu... Hepsinin
yüzleri gözlerinin önündeydi işte. Hepsinin mutluluğu da öyle…
Saatler ilerliyordu evet, artık Dilenci’nin de son dakikalarıydı bu çınar
altında. Kaldırımda metrekare başına düşen insan sayısı arttıkça güneş tam
tepeye çıkıyor, çınarın gölgesi de belirginleşip kısalıyordu. Sonra tekrar
uzayacaktı.
Kalabalığın arasında güçlükle yürüyen uzun boylu bıyıklı adamı kestirdi
gözüne Dilenci. Adamın ince bıyığı ve dudaklarını gölgeleyen uzun bir burnu
vardı. Güneş görmeyen bu bıyıkların nasıl bu kadar uzadığına şaşırdı Dilenci.
Zayıftı. Gömleği bir beden büyükmüş gibi duruyordu. Kaşları gözlerinin
üzerinden atlayacakmış gibi sarkıktı. Mutsuzdu en önemlisi. Bu gün tanıdığı
en mutsuz adamdı. Görüntüsü perişandı. Beyaz misketlerin arasındaki siyah
misketti. Son kişi bu olabilir diye düşündü Dilenci. Dileneceğim son adam bu
olabilir.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
58
***
“İnsanlar bol bol okumalı.” demişti Kitapçı. Önünden geçen insan seline
bakıp tek bir insanı dahi görmeden yalnızca Dilenci’nin duymasını istediği bir
ses tonuyla Dilenci’ye de değil boşluğa söylemişti sanki. Elinde tuttuğu kalın
kitabın arasına soktuğu işaretparmağı sanki ayraç vazifesi görmek için değil
saklanmak için oradaydı. “İnsan bol bol okumalı.” diye tekrar etti. “Yalnız
kitap okusunlar değil derdim, insanları da okusunlar. Vakit bulabilirlerse
baksınlar birbirlerinin yüzüne ve itip zamanı ellerinin tersiyle birbirlerini
anlamaya çalışsınlar. Ömür kısa be. Bak ne çabuk öldük biz. Onca kitap vardı
tanışılacak, onca insan vardı okunacak. Bu kitabı yıllar sonra okuyacak
olgunluğa geldiğimde okurum diye bir köşeye atmıştım. Okuyamadan öldüm.
Ama şimdi bir fırsat geçti elime ve okuyorum. O kadar mutluyum ki. Biliyor
musun, bu güne dek hiç satamadım bundan. Belki de bunu sattığım gün
vazifem bitecek. O yüzden satmak istemiyorum biraz da. Önce kendim
bitirmeliyim.”
Bir süre birbirlerine bakıp konuşmadılar. Önlerinden insanlar geçiyor,
hava kararıyor, gece gündüzle vardiya değiştiriyordu.
Hayat Kadını karşı kaldırıma geçmeden önce yüksek topuklu
ayakkabılarıyla yanlarına yanaştı. Havanın taşımaktan yorulduğu ağır parfüm
kokusu Kitapçı ve Dilenci’nin burunlarına girdiğinde ikisi de başlarını kaldırıp
Hayat Kadını’na baktılar.
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
59
Kadın yüzüne dövme ettiği tanrıvari gülüşüyle selam verip bir şeyler
söyledi.
“Bu işi yaparak Cennet’e gideceğim hiç aklıma gelmezdi.”
“Erkekleri çok mutlu ediyorsun.” dedi Dilenci. Gözlerindeki hayranlığı
silmeye çalışıyor, bunu yaptıkça da kızarıyordu. “Siz bir melek kadar
güzelsiniz, tabi ki Cennet’e gitmelisiniz.” dedi son olarak.
Hayat Kadını gülümsedi. Sonra da arabaların yol vermesini bekleyip
karşı kaldırıma geçti.
***
Adam tam bir adım atıp Dilenci’yi geride bırakacakken Dilenci hızla
attığı bir adımla adamın önüne geçti. Bir anda karşısına çıkan bu uzun
burunlu bıyıklı adamın gözleri araba altında kalmaktan son anda kurtulan bir
kedi gibi kocaman açıldı ve saniyesini doldurmadan kalın kaşlarını burnunun
alnında başlayan noktasına değdirmek ister gibi çattı. Bıyıklı adam Dilenci’yi
en az kaşlarını çatması kadar kısa bir sürede süzüp ardından geçip gitmek, bu
anı ve bu tuhaf giyimli adamı unutmak, bu sahne hiç yaşanmamış gibi yoluna
devam etmek için bir adım attı. Dilenci elini uzatıp “Tüm mutluluklar sizin
olsun efendim.” dediğinde durakladı.
Kalabalığın arasında bir çember oluşturmuşlardı. Yanlarından geçen
insanlar onlara ateş muamelesi yapıp aralarına olabildiğince mesafe katıp
yürüyorlardı. Kitapçı da işaret parmağını elindeki kitabın arasına koymuş bu
sahneyi izliyordu.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
60
Bıyıklı adam bozuk para bulmak umuduyla ceplerini karıştırmaya
başladı. Cüzdanının bozukluk bölümüne göz attı. Başparmağıyla yokladığı bu
küçük bölmenin boş olduğunu anlayınca dudaklarını sarkıttı. Kafasını
çevirmeden göz ucuyla etrafına baktı. Yanlarından her geçen. bakışlarıyla
kendisinden bir şeyler koparıyormuş gibi hissetti. Sanki yol kenarındaki bir
elektrik direğiydi de yoldan geçenler onun bir saniyelik silik görüntüsüne tüm
dikkatlerini vererek bakıyorlardı. Param yok, deyip gitmek istedi. Bunun
yerine gömleğinin, pantolonunun ceplerini daha iyi yokladı. Başka zaman
olsa, eli ayağı tutuyor, gitsin herkes gibi çalışsın, der geçerdi. Peki şimdi onu
burada tutan, para vermeye mecbur eden şey neydi? Böyle telaşla bozukluk
ararken saatler geçmiş gibi gelmişti. Sahi acelesi de vardı ve o hâlâ burada
dikilmiş. alnındaki ter damlalarının titremesine önem vermeden nefes alıp
veriyor ve bozukluk arıyordu. Tekrar insanların kendisine baktığı ve üç kuruş
için vaktini boşa harcadığı hissine kapıldı. Cüzdanından beş lira çıkartıp kâğıdı
şöyle bir salladıktan sonra Dilenci’ye uzattı. Etrafına baktı. Bu kez göz ucuyla
değil. başını rahatça çevirerek… Bu olayı arkadaşlarına da anlatıp ne kadar
cömert olduğunu vurgulamayı düşündü ki beş liranın hâlâ elinde olduğunu,
Dilenci’nin onu almadığını fark etti. Dilenci elini uzatmıştı, fakat parayı
almıyordu. Bıyıklı adam o an fark ettiği şey yüzünden kızardığını hissetti.
Dilenci’nin en baştan beri tokalaşmak için uzattığı kısa tırnaklı temiz eli
öylece havada kalmıştı. Yüzüne maske ettiği gülümsemesi bozulmadan bıyıklı
adama bakıyordu. Adam durumu anlamış olmanın yüzüne sürdüğü utançla
parayı cebine sokup titreyen eliyle Dilenci’nin elini tuttu. “Teşekkür ederim.”
dedi Dilenci parlayan gözleriyle. İçinde serin bir rüzgar gibi mutluluk
dolaşırken, kalbi bulutların üzerindeymiş gibi hızla çarparken Dilenci’nin elini
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
61
bırakmak istemedi adam. Dilenci de bu adamdan kendisine yayılan mutluluk
kokularını içine çektikçe, bu adam son olmalı, diye düşünüyordu. Hâlâ onlara
bakan Kitapçı’ya göz kırptı. Bıyıklı adam uzun yıllar herkese anlatacağı bu
olaydan uzaklaşıp kalabalığa karıştı. Giderken teşekkür etmeyi unutmadı.
***
Kitapçı elindeki kitabın son sayfasını da okuduğunda Dilenci yanına
gelmişti.
“Son olduğunu hissediyorum.” dedi Dilenci. Kitapçı aldırmıyormuş gibi
davranıp son bir kez kitabın sayfalarına göz gezdiriyordu. Hava kararmak
üzereydi. İnsanlar Bu kaldırımı onlara bırakmak için aceleyle evlerine
dönüyorlardı.
Kot pantolonlu, beyaz gömlekli bu sahneye uygun olarak gözlüklü genç
bir çocuk kitap tezgâhının önünde durup umutsuzca “Tutunamayanlar var mı
Abi?” dedi.
Kitapçı kafasını kaldırıp çocuğa baktı. “Okuyabilecek misin?”
“Sanırım evet.”
“Buna inanıyorum. Al bakalım.” Kitapçı sanki ölmeden önce oğluna
baba yadigârı saatini bırakan baba gibi kitabı uzattı.
“Ne kadar abi?”
“Para istemez, son müşterimsin. Kapatıyorum. Bu kitabı bitir yeter.”
Çocuğun içi mutlulukla dolup taştı, bu mutluluk Kitapçı’ya da aktı.
Teşekkür edip gitti.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
62
“Sanırım bu da benim için sondu.” dedi Kitapçı Dilenci’ye.
***
Kaldırım, vedalaşma zamanının geldiğini anlamış gibi güneşi kovalayıp
geceyi çağırmış ve kendisini insanlardan arındırmıştı. Çınarın gölgeleri de
elektrik direklerinden yayılan turuncumsu ışığın yardımıyla kaldırım taşlarına
tutunmaya çalışıyor ve vedalaşma anını bekliyordu. İnsanlar şehirden
soyutlanmış gibi etrafta gözükmemeye çalışırken, yıldızların altında
durmayarak sıcak yaz akşamı tarafından yutulmuş evlerine dönmeye
başlarken, boşalan kaldırımı ölüler dolduruyordu. Hayat Kadını da bir an
evvel lüks bir arabadan inmiş, ayın aydınlatmaya çalıştığı dolgun bacaklarını
meslek alışkanlığı ile sergilemek için birkaç saniye sol dizinini kırıp öylece
beklemiş, ardından yan yana durup diğer ölüleri seyreden Dilenci ve
Kitapçı’nın yanına gelmiş, “Sanırım sondu.” demişti. “17 yaşındaki bir oğlan
çocuğunun doğum günü hediyesi oldum. Çocuğun mutluluğu benim de içimi
eritti. Belki de mutluluktan…” Cümlesinin devamını getirmedi, ay ışığını
yansıtan gözleriyle gülümseyip utandığını belli etmemeye çalıştı.
Diğer ölüler de kaldırımdaki yerlerini aldıklarında -nedense en son
Saatçi gelmişti.- zaman oldukça ilerlemiş ve geceyi yalnızca herkesin
duyamayacağı konuşmalar, evsiz köpek ulumaları, bekçi köpek havlamaları
ve başka caddelerden, yollardan geçen -tek tük- araba sesleri dolduruyordu.
Gecenin onur konuğu Büyücü’yü beklerken gecenin ve dünyanın
güzelliğinden, -Cennet’in ise daha güzel olduğundan.- kaldırımı, telaşlı
kalabalığı, çınarı özleyeceğini hissediyordu Dilenci. Dünya kokan komik
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
63
kıyafetlerini de özleyecekti belki Cennet’te. “Sen neden böyle giyiniyorsun?”
diye sormuştu bir keresinde Hayat Kadını. “Dilenciler böyle giyinmez ki.”
“Ölmeden bir gün önce pislik içindeki yıpranmış ‘dilenci’ giysilerimle
yürürken görmüştüm bunları. Sanırım şu an aramızda olmayan bir palyaçoya
aitti bunlar. Aslına bakarsan çok rahatlar ve de sadece iki gün giyilmiş gibi de
temizler. Hem insanları daha çok mutlu etmeme de vesile oluyor.” diye
cevap vermişti Dilenci.
Zaman biraz daha ilerlemiş, geceye karışan sesler biraz daha
azalmışken tüm ölüler kaldırım taşlarının üzerine oturup ayaklarını yola
uzatmışlardı. İçlerinde çınarlara yaslananlar da hayli fazlaydı.
“Cennet’e gideceğimden emin değilim.” dedi Kitapçı.
“İnsanları yeterince mutlu ettin, gideceğine inanıyorum ben.” dedi
Dilenci.
O sırada bembeyaz bir aydınlık oldu gökyüzünde ve Büyücü bir an için
geceyi yutacakmış gibi bütün ihtişamıyla kaldırıma indi. Kaldırım hüzünle
titredi, çınarların yaprakları acıyla hışırdadı.
Büyücü, onun gelişiyle ayağa kalkan ölülerin arasından geçip kendisine
çevrilen yüzlere tek tek bakıp içlerinden yalnızca birkaçına –aralarında Saatçi
de vardı.- efsunlu sözler mırıldandı. Konuştuğu kişiler tek tek kaldırma
yığılırken, diğerleri korku dolu gözlerle olanları izledi. Bu kişilerin Cennet’e
gidemeyeceğini Saatçi’nin de kaldırıma yığılmasıyla anladı Dilenci. Saat satan
bir adam insanları ne kadar mutlu edebilirdi ki hem? Büyücü kanatlarını
kullanmadan yükselip ayakta kalan diğer ölüleri de kendisine doğru
çektiğinde, kaldırım önce yere yığılan ölüleri, sonra da çınarları yuttu.
Ardından tüm şehir birbiri içine girip kaybolduğunda Cennet’i ayaklarının
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
64
altında buldu ölüler. Büyücü onları oracıkta bırakıp diğer ölüleri de sınava
tabi tutmak için uzaklaşırken, ölüler Cennet bahçesinde mutluluk içinde
etrafı incelemek için gezinmeye başladılar. Kimisi bir tek Âdem’in tattığı
elmaların asılı olduğu ağacı ararken, kimisi vaat edilen hurilerin peşine düştü.
Kimisi Tanrı’yı bulma umuduyla masmavi gökyüzüne bakarken, -dünyadaki
alışkanlıkları değişmemişti bazılarının.- kimisi süt akan nehirlerde yıkanmaya
gitti…
13.05.2011 - 13:40
“KAN”“KAN”“KAN”“KAN”
İsmet Kalesmet Kalesmet Kalesmet Kale
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
66
Kan… Olabildiğince fazla kan... Gözleri kapatan kırmızı sıvı…
Rüzgar esiyordu hafiften. Uzaklardan taşıdığı vahşili ği gönderiyordu
milyonlarca canın üzerine. Bir yanda kan, diğer yanda gidilen can…
Tek bir yön söylenmişti milyonlarca düşünceye. Tek bir emir verilmişti.
Tek bir hedef gösterilmişti. Milyonlarca canın içinden sadece bir tanesi
yaşayacaktı. Sadece bir tanesi bu görevi başaracaktı.
Hepsi birbiriyle yarışıyor, hepsi o tek kişi olmaya çalışıyordu. Sırtlarına
dünyanın en büyük yükü verilmişti adeta. Düşüncüleri, hisleri, duyuları,
hiçbiri yoktu. Sadece tek bir istek, tek bir içgüdü…
Aynı anda atılıyordu milyonlarca adım. Aynı anda binlercesi ileri
geçiyor, binlercesi geride kalıyordu. Ne kadın erkek ayrımı vardı, ne de bir
sınıf farkı. Herkes aynıydı, herkes eşit, herkes bir.
Bu görevi başarabilmek için sadece kendi çabaları yeterli olacaktı.
Hiçbir yardımcıları, hiçbir dayanakları yoktu. Tanrı emretmişti onlara.
‘Gidin’ demişti ve onlar da gitmişlerdi. Sonlarının ne olacağını bilmiyordu
hiçbiri. Pes etmek yoktu, geride kalınca bırakmak yasaklanmıştı. Sadece
ilerleyeceklerdi, hedefe varana kadar birbirlerini geçmek için yarışacaklardı.
İrade çok yabancı bir kavramdı. Hiçbiri onun varlığını bile bilmiyordu.
İrade de neydi? Sadece verilen emirler, söylenen şeyler vardı onlar için.
Kaçış ya da başkaldırış asla düşünülemezdi.
Mahşer denmişti bir keresinde. Hepsi söylenenleri hayal meyal
hatırlıyordu. Yoksa mahşer bu muydu? Bu kadar büyük bir kalabalık başka
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
67
ne olabilirdi. Herkes yaşayan tek kişi olmak için yarışıyordu işte. Kimse
kimseyi tanımıyordu, kimse kardeşini düşünmüyordu. Sadece bencillik vardı.
Hedefe varan, hayatta kalan kendileri olmalıydı.
Milyonlarcasının arasında yalnız kalmış hissediyordu kendisini Mika. O
da diğerleri gibi tek bir hedefe, tek bir noktaya sabitlenmişti. Üzerine bulaşan
kana aldırmadan ilerliyordu. Adeta kanın içinde yüzüyorlardı. Fakat
başkalarında gördüğü o kararlılık kendi gücünü artırıyordu. Vahşice bir
istekle atılıyordu öne. Tam geri düşerken hayatta kalanın kendisi olacağı
düşüncesi sarsıyordu bedenini. Bu görevi kendisi başaracaktı.
Hızla atıldı ileri. Şu anda en önde kendisi vardı. Milyonlarcası
arkasında onun yerini almak için tek bir an bile durmadan ilerliyordu. Kanlı
yüzleri kendisine bakarken o tek bir an merhamet hissetmedi. Kendisi
yaşayacaktı. Diğerleri umrunda bile değildi. Hepsini geçecekti. Hepsini
unutacak ve büyük ödülü kendisi alacaktı. Tanrının verdiği görevi bir
başkasının başarmasına izin vermeyecekti.
Tanrı… Bir an titretti bu düşünce onu. Hafızasından mı siliniyordu
yoksa onunla ilgili anıları? Onun emirlerini bizzat duymamış, yüzünü
görmemiş miydi? Evet görmüştü. Hayır görmemişti…
Kendisi de hatırlayamıyordu. Tanrı’yla ilgili tüm anıları karışmıştı.
Uzun yolculuğu başladığı andan beri her şey silikleşiyordu. Hedefinden
uzaklaşıyordu. Hemen yanındaki Ura kendisini bir adım geçmişti.
Hızla ileri doğru sıçradı. Tanrı’nın kırbacını sırtında hissetmişçesine bir
acıyla atıldı ileri. Ura ile başa baş gidiyorlardı. Fakat daha az önce hepsinden
öndeydi. Şimdi aradaki mesafeyi kapatmaları yavaşladığını gösteriyordu.
Hızlanmalıydı.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
68
Şu ana kadar bir şey düşünemiyordu. Bu garip his de neyin nesiydi?
Diğer milyonlarcası hâlâ tek arzularını gerçekleştirmek için ilerliyordu.
Koşuyorlardı. Mika’da öyle yapmalıydı. Kendisini yavaşlatan bu şey de
neydi? Sadece ilerlemeliydi, hedefe varmalıydı.
Kan, hızını yavaşlatıyordu. Çok yorulmuştu artık. Dengesini
sağlayamıyordu, bir sağa bir sola gidiyordu. Ura tekrar öne geçmişti. Bir
tınlama… Derin bir çığlık. Vahşi bir inleme… Bu da neyin nesiydi böyle.
Tekrar aynı inleme. Her yer sarsılıyordu. Milyonlarca beden sallanmaya
başlamıştı. Mika bunun beklediği fırsat olduğunu düşünerek ileri atıldı. Ura
kanların arasına düşmüştü. Bu ona biraz zaman kazandırabilirdi.
Hızla ilerledi. Sonra tekrar o sarsılış ve inleme… Bu sefer kanların
arasına düşen Mika’ydı. Hızla kurtulmaya çalıştı. Tekrar yüzeye çıktığında
Ura’nın öfkeli suratını gördü. Hızla ilerlemeye devam etti. İstediği gibi biraz
öne geçmeyi başarmıştı. Hâlâ kazanmaya en yakın kendisiydi.
Her yer tekrar sarsıldı. Bir inleme daha… Mika arkasına baktı.
Milyonlarca bedenin arkasından başkaları geliyordu. Rakipleri artmıştı.
Milyonlarcası daha yaşayan tek kişi olabilmek için kendisini takibe başladı.
Mika nefes almayı da bırakmıştı. Her şeyden arınmalıydı. Sadece
ilerlemeliydi. Yaşamalıydı.
Sarsıntılar kesilmişti. Arkasında artık milyarlarca rakibi vardı. Ura onu
durdurmaya çalışıyordu. Fakat hırstan başka bir şey hissedemiyordu.
Yaşayan tek kişi olmak…
Ve sonunda hedefi görmüştü. Çok az kalmıştı. Daha hızlı olmalıydı.
Sadece birkaç saniyelik yolu vardı.
Hedefi gören herkes ellerini ileri doğru uzatıyor, son bir umutla
haykırıyordu.
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
69
Mika son adımını attı ve sonunda hedefe ulaştı. Aynı anda etrafını
çevreleyen zarı hissetti. Diğer milyonlarcası dışarıda kalmış, zarın içindeki
Mika’ya bakıyorlardı. Mika görevi başarmış olmanın verdiği huzuru
hissediyordu. O başarmıştı işte, sadece o. Yaşayacak olan oydu. Tanrı’nın
söylediğini o yerine getirmişti.
Derin huzuru ilk kez atmaya başlayan kalbinde hissediyordu. Mika
sonunu bilmiyordu. Bu derin huzurun sonunda doğru yolda ilerleyebilir
miydi? Tanrı’yı unutacak mıydı? Bütün soruları havada kalıyordu Mika’nın.
Dokuz ay sonra belki de ilk kez hava ile dolacaktı o minik ciğerleri. Belki de
başaramayacaktı. Buraya kadar gelmişti, fakat asıl mücadelenin bundan sonra
başladığını bilmiyordu Mika.
“KOVUK “KOVUK “KOVUK “KOVUK ŞEHEHEHEHİR”R”R”R”
Mümin CanMümin CanMümin CanMümin Can
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
71
Yol kenarında dikenler ve kızıl gelincikler yan yanaydı. Toprak yolun
üzerinde arabaların korkulu rüyası çukurlar vardı. Ayaklarımdaki eskimiş
spor ayakkabılar tozla kaplanıyordu. Gökyüzünün mavisi uzakta dağların
sarıya çalan kayalıklarıyla kesişiyordu. Bu, bizim oraların binlerce
“ufuk”undan biriydi. Üstelik belki en güzellerindendi. Renklerin ortasında
yürümekten yorgun düştüm, çimenlere uzandım.
Bozkırın ortasında pek seyrek bulunan çimenliklerden birine rastlamış
olduğum için şanslıydım. Buralarda bir yerlerde bir pınar vardı mutlaka.
Nedensiz yeşermezdi bizim dağların toprağı. Çobanlar, buralara henüz
uğramamış olacak ki kekikler epey uzundu. Kokuları pek baskındı.
Gökyüzünde küçük bir bulut kuzeye doğru gidiyordu. Bir süre onu
izledim. Sonra kalkıp azığımdan bir sıkma çıkarıp yedim. Ilımış suyumdan
içtim. Şu pınarı bulsam iyi olurdu. Şöyle buz gibi bir avuç suratıma çarpsam,
bir de kafayı dayayıp kanasıya içsem kendimi bulurdum. Binlerce ufkumuz
daha güzel gözükürdü.
Çıngıraklar… Uzak ve tanıdık… Çobanlar, sürüleri, köpekleri,
kepenekleri… Onları göremezdim. Sadece çıngırakları duyabileceğim kadar
uzak…
Ardıçların güzellikleriyle doldurduğu Ardıçaltı’na ulaştığımda ılık
suyum bile tükenmişti. Dudaklarım kuruydu, alnım keçiler için tuzlanmış bir
kaya gibiydi.
Ardıçlar arasında en güzeli, ismini Serin koyduğum ortalardaki yaşlı
ağaçtı. Gölgesinden dolayı o ismi koymuştum. Kocaman gövdesinde uzayda
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
72
bir karadelik misali derin bir kovuğu vardı. Bazen bir tilki, bazen bir kuş,
bazen de tehlikeli hayvanlar yuva bellerdi orayı.
Bugün kovuktan bir ışık geliyordu. Henüz Serin’e epey uzaktım.
Ancak yine de ışıltıyı görebiliyordum. Ateş mi yanıyordu? Çıkaramadım.
Yaklaştım ağaca, yaklaştıkça dünya güzelleşiyor, ardıçlar daha bir mis
kokuyor, kekikler rüzgarda daha güzel eğiliyor, uzakta çıngıraklar daha güzel
çıngırdıyordu.
Kovuğun içinde gözlerimin daha evvel görmediği cinsten bir yaratık
oturuyordu. Onun bir peri olduğunu görür görmez anladım. Çünkü bir peri
gördüğünüz zaman, her şey daha farklı görülür ve işitilir. Bu onların çevreye
yaydıkları kokularının bir etkisidir.
Bütün bunları ebem –bizim köyde nine değil ebe denir- anlattığı için
biliyordum. Uyumadan önce anlattığı masallarda, kulaklarında dünyanın en
güzel yaprakları bitmiş perilerden söz ederdi. Bu karşımdaki onlardan biriydi.
Belki de en güzeli buydu.
Işığının ve kokusunun altında, gök renkli gözleri denizin dalgaları
gibi inip kalkıyordu. Belki de benden korkmuştu. Sakin olmaya çabaladım.
Öyle şaşkın dikilmiş ellerimi uzattım.
Kulaklarından sürgününden yeni fırlamış kiraz yaprakları
fışkırıyordu. Yanakları pembe bir cam misali aydınlıktı. Ağzı vişneler gibi
kırmızı, küçük dudaklar taşıyordu. Gamzeleri dünyanın görmeye kıyamadığı
küçük çukurlardı. Ellerini önünde birleştirmişti. Elleri gerçek anlamda
saydamdı.
Ebemin anlattığı masallarda bir insan peri gördüğünde periler ona
itaat ederlerdi. Önemli olan sevmekti. Bir periyi görebiliyorsanız onu
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
73
sevmeniz, ona kendinizi sevdirmeniz için yeterliydi. Zaten bir periye karşı
sevgi duymak dünyadaki en kolay işlerden biriydi.
Öyle bir sevgi içimde uyandı ki onu tutup çıkarabilecekmiş gibi
hissettim. Kekiklerin keskin kokusu sarhoş etti ruhumu. Işık, ardıçları başka
bir diyarın dekoru gibi gösteriyordu. Çıngıraklar uzaklarda tatlı masallar
anlatırken periye benimle gelmesini rica ettim. Zarafetinin keskinliğini
sergileyerek kalktı, usulca kovuktan çıktı.
Bayılmak üzereydim. Böyle bir güzellik, dünya için umut dolu bir
şarkı gibi, kuşların seslerindeki kırılganlık gibi, bunlardan öte peri gibi, böyle
bir güzellik…
Yürürken kuğuların esnekliğiyle çimenlerin üzerinde adeta uçuyordu.
Nereden geldiği belirsiz mavi, kırmızı ilginç kuşlar ardıçlara tünemiş
cıvıldaşıyordu. Bazıları perinin narin omzuna konmuştu. Gökyüzü, yeryüzü,
çıngıraklar, kekik kokusu, perinin ışıltısı…
Elini tuttuğumda gökten inip gelen bir meltem içimde, damarlarımda
dolanıp ruhumu okşadı. Beraber yürürken bozkır yeşil bir ışığın altında
parlıyordu. Patikalar, saraylara uzanan mermer yollara dönüştü. Çatlamış
toprağın üzerinde büyümüş çalılar görülmemiş renkte çiçeklerle doldu.
Rengarenk kuşlar, kervan misali peşimizdeydi; cıvıldaşan ahengin göz alıcı
kervanı.
Evimiz, köyün dışındaki bahçemizin üst tarafındaki tepeye kuruluydu.
Biz varmadan ışıltımız gelişimizi haber vermişti. Bütün aile, tepenin ucuna
oturmuş yaklaşan ışıltıyı bekliyordu. Ben elimde kırılgan perimin elleri, eve
geliyordum. Şaşkın bakışlar, üzerimizdeydi. Ebemin bakışlarında şaşkınlığın
yanında dehşet de vardı. Masallarda bahsettiğin perilerden birisi bir gün
çıkagelirse epey ürker insan haliyle.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
74
Babam, elinde yamçısıyla bizi karşıladı.
“Bu ne oğlum!” dedi.
Sopayı sıkı kavramıştı. Belli ki narin yoldaşım onu korkutmuştu.
“Korkma baba.” dedim. “Bu peri, benim perim. Ardıçların orada
buldum.”
“Buldun da hemen yanında mı getirdin? Başımıza bela sarma.” dedi.
Bu kez billur sesiyle perim cevap verdi.
“Merak etme insanoğlu, sana zarar verecek değilim.”
Bütün sülalem periyi incelemek için halka olmuştu. Çocuklar periye
dokunmaya çalışıyorlardı. Ama bir türlü başaramıyorlardı.
Ebem, periler hakkında epey şey bildiğinden perimin bizimle birlikte
yaşayıp yaşayamayacağını sordum ona.
“Ulan haylaz, paşa diye sevdik seni, kendini padişah mı zannettin?”
dedi. “Gitmiş bulduğu peri kızını yanında getirmiş. Yaşasın tabi, yaşasın ya
onun gibi peri ahalisinden olanlar ancak kovukta yaşarlar. Ya yakınlarda
kovuğu olan bir ağaç bulacaksın, ya da kendin bir kovuk yapacaksın.”
O gün, hemen bir söğüt gövdesi getirdik bahçeden. Evin yanına
koyduk. İçine bir kovuk oyduk. Perimin yeni evi burasıydı. Evini pek sevdi.
Öyle ki bir peri türküsü söylemeye koyuldu. Aşağıdaki dereler dahi
şırıldamayı bırakıp perimin türküsünü dinledi.
Akşam çay içmeye oturduğumuzda hepimiz huzur içindeydik.
Işıltının yaydığı ferahlatan kokunun burunlarımıza doluşunun keyfini çıkarıp
kafa dinliyorduk. Perim ise gecenin karanlığında kovuğunda ışıldayarak
oturuyordu. Ateşböcekleri onu görebilmek için bahçemizi istila etmişlerdi.
Bahçeleri sulamak için yeterli suyumuzun olup olmadığı o akşam
evdeki sohbet konusuydu. Ben de bu arada ebemin yanına oturmuş, ona
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
75
perilerle alakalı merak ettiklerimi sordum. Perilerin neyle besleneceği belli
olmazmış. En umulmadık şeyleri yedikleri olurmuş. Kovukları olmadan
yaşayabilecekleri bir şehir de varmış. O şehir, kendisi başlı başına bir kovuk
olduğundan periler orada özgürce dolaşırlarmış. Kovuklara, ağaçlara ihtiyaç
duymadan geçinip giderlermiş Kovuk Şehir’de.
Ertesi gün evin etrafındaki çitlerin çevresi kırmızı gelinciğe kesmişti.
İnekler daha mutlu homurdanıyor, koyunların çanları daha keskin çalıyordu.
“Oğlum, şu tavukları bir yemleyiver, kümesten yumurtaları da topla
sana zahmet.”
Bu annemin sesiydi. Söylediklerini yaptım. Kümese girdiğimde köye
namı yayılmış mavi boyunlu horozumuz beni karşıladı. Tavuklar etrafta
zıplayarak gezinirken, yedi yumurta topladım. Yalnız Karakız yoktu ortalıkta.
Bu bizim cins tavuğumuzdu. Diğer tavuklara göre çok daha yükseğe
uçabilen, ağaçları mesken tutan, çok sevdiğimiz bir hayvandı. Bir yerlere
tünediğini varsaydım.
Kahvaltıda yumurtaları afiyetle yedik. Perime de götürdüm tavada
biraz kalan yumurtadan. Yemedi o. Hatta tiksindi. Sonra kendi yiyeceğini
bulabileceğini söyledi. Ötmeye başladı. Öyle güzel ötüyordu ki serçeler
başına toplandı. Şeffaf elleriyle bir serçe yakaladı. Önce şefkatle okşadı
küçük hayvanı. Sonra narin parmaklarıyla serçenin narin boynunu kopardı.
Narinlerin ortasında kan sızarak kovuğa aktı.
Perimin beslenme alışkanlığı pek tiksindiriciydi. Bazen ahırlarımıza
girip, hayvanların pisliğini yiyordu. Ahırların zemini tertemiz oluyordu. Bir
keresinde koyunlardan birini meleyerek yanına çağırdı. Sonra onu yünüyle,
derisiyle, kemiğiyle birlikte bir iyice yedi bitirdi. Sonra hoş kokular çıkararak
narince geğirdi.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
76
Babam hayvanları yemesine çok sinirleniyor, zavallıya sövüp
sayıyordu. Gerçi biraz korktuğundan hep arkasından yapıyordu bunu. Ne de
olsa o da periler hakkında anlatılan hikâyeleri dinleyerek büyümüştü.
“Uzakta, bozkırın orta yerinde, kuru mu kuru bir yerde... Kovuk
şehirden bahsediyorum. Orada özgür oluruz, kovuklara ihtiyaç duymayız.”
Böyle diyordu perim.
“Ben de kovuğunda yatarım gerekirse, yeter ki sen yalnızlık çekme.
Hem o uzak şehre nasıl gideceğiz? Yaşayalım köyümüzde.”
Perimden sakladığım bir şey vardı. O sene üniversite sınavına
girmiştim. Yani kazandığım takdirde bir şehre üniversite okumaya
gidecektim. Ona bunu bir türlü söyleyememiştim. Beni terk etmesinde
korkuyordum.
Yazın dehşetli sıcağı, köyü kavururken bir akşam korkunç şeyler
olmaya başladı. Uzakta yaylaları olduğu dağlardan korkunç ulumalar
duyuluyordu. Gökte iki kırmızı boynuz benzeri şimşek asılı kaldı.
Gökyüzünden arada sırada ışık huzmeleri geçip gidiyordu.
Ebeme ne olduğunu sorduğumda bana köye bir iblisin dadandığını, bu
yüzden perilerin dağları ve köyü terk edip kaçtığını söyledi. Çok eskiden de
yine böyle bir olay olmuş. Gökteki o kırmızılıklar iblisin işareti gibi bir
şeymiş. Perime de kaçmasını tembihlemeliymişim, yoksa kötü olurmuş.
Ayrılık vakti gelmişti. Perimin yanına gittiğimde zaten gitmek için
hazırlandığını gördüm. Işıldayarak benimle vedalaştı. Gözyaşlarım onun
gözlerinden düşen incileri ıslattı.
“Peki nereye gideceksin?” dedim.
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
77
“Kovuk Şehir’i bulmaya çalışacağım.” dedi. Sonra bir ışık huzmesine
dönüşüp uçtu gitti. Ben yalnız başıma kovuğun yanında kaldım. Kovuğun
içine oturup saatlerce ağladım.
Eylül’de sınav sonuçları açıklandı. Ankara’da bir üniversiteyi
kazanmıştım. Bu kötü hatıralarla dolu köyden uzaklaşacağım için
mutluydum. Ailem de mutluydu, ebem bile mutluydu. Benim bir şeyler
başarmamı çok istiyorlardı.
Ankara’ya geldiğimde alışmak pek zor olmadı. Ulaşım sorunu yoktu.
Arkadaşlarımla aram iyiydi. Sürekli yağmur yağmasına bile alışmıştım.
Keyfim epey yerindeydi. Ama bir gün gökyüzünde o kırmızı
boynuzlar belirdi. Köyde gördüklerimin aynısıydı. İblis, bu şehre de
bulaşmıştı işte. Rahat yoktu.
Çatal Sokak’a sapan köşedeki apartmanın dibinde küçük bir uçurum
vardı. Bu uçurumun dibinde epey kül birikmişti. Sürekli o mahalleden birileri
kayboluyordu. Uçurumun kenarından kimse geçemez olmuştu. Apartmanın
önündeki çiçekçi de dükkanı kapamış kaçmış gitmişti.
İblis, her gün birinin kaybolduğu bu mevkide saklanıyor olmalıydı.
Onu bulup onunla yüzleşmeliydim. Her gün orada beklemeye başladım. Hep
uçurumu gözetlediğim halde küller sürekli yükseliyordu. Polis de benden
şüphelenmeye başlayabilirdi. Elimi çabuk tutmalıydım. Bu yüzden
merdivenlerden uçurumun dibine indim. Küller önümde yükseliyordu. Eski
bir beşik önüme çıktı. Ambalajlarla doluydu etraf. Sinsi bir koku, birinin
burada saklandığını açık ediyordu.
Birkaç gün burada yatıp kalktım. Sonunda iblis, dayanamayıp kendini
ele verdi. İğrenç dumanlar tüten ağzından küller dökülüyordu. Bunun dışında
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
78
bir sürpriz vardı benim için. İblisin elinde bir rehine vardı. Hançerini narin
perimin boynuna dayamıştı.
“Ama perimin ne işi var burada?” diyebildim.
İblis güldü. Perim bir şeyler söylemeye çalıştı. Ancak iblis ona engel
oldu.
Zavallı yaratık ışık huzmesine dönüşemiyordu. Ebemin söylediklerini
hatırladım. Eğer çok yakınlarda bir iblis varsa periler ışık olup uçamazlardı.
Neyse ki perimin diğer yetenekleri kaybolmamıştı. Gökten bir kılıç
tam önüme düşüp saplandı. Bulut rengiydi kılıç. Periler bulutları zihin
güçleriyle silahlara çevirebiliyorlardı. Kılıcı alıp iblise saldırdım. Kırmızı
şimşekleriyle bana karşı koydu. Küller etrafa dağılıyordu sürekli. Göz gözü
görmüyordu.
Perim bu kez bulutlardan yapılma bir zırh kazandırdı bana. Kılıcım ve
zırhım beyazlar içinde bir savaşçıya döndürdü beni. İblisin kırmızı boynuzları
gökten şimşek gibi üzerime atıldı. İkisini de kılıcımla savurdum. Küle
döndüler. Şurası belliydi ki perim sadece kılıç, zırh değil, savaşma içgüdüsü
de kazandırmıştı bana. İblis korkunç bir ateş topuna dönüşüp uçtu. Kaçmıştı.
Geri gelir miydi bilinmez? Ancak ben perime kavuşmuştum.
“Belli ki bulamadın Kovuk Şehir’i benim güzel perim. Olsun, ben bu
Ankara’da da yaparım sana bir kovuk.”
Perim güldü.
“Buldum ben Kovuk Şehir’i.” Dedi.
“Nasıl yani?” dedim. “Madem öyle neden buradasın?”
“Çünkü burası Kovuk Şehir. Etrafına bir bak. Bozkırın ortasında
koskoca bir kovukta yaşadığını hissetmiyor musun?”
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
79
Şaşkındım. “Ne yani, perilerin yaşadığı Kovuk Şehir Ankara mı?”
diye sordum.
“Beğenemedin mi?” dedi. “O kadar rahatım ki burada. Ağaç
kovuklarına hapsolmadan özgürce yaşamak muhteşem.”
“Yani burada kalacaksın sürekli.” Dedim. Başıyla beni onayladı. Çok
sevinçliydim. Kulağından fışkıran kiraz yapraklarını oynayarak perimi
merdivenlerden kovuk şehrimize çıkardım. Mutlu bir gelecek bizleri
bekliyordu.
Mümin Can
Haziran 2011
“MÜLAKAT”“MÜLAKAT”“MÜLAKAT”“MÜLAKAT”
Funda Özlem Funda Özlem Funda Özlem Funda Özlem Şeraneraneraneran
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
81
“Ben birisinin boğazını parçalamak istiyorum, mümkün müdür?”
“Aaa, tabii efendim, tabii. Siz nasıl, ne şekilde olsun isterseniz öyle
öldürebilirsiniz. Hatta elinizi kana bulamanıza gerek yok; siz söyleyin, biz
parçalatırız.”
Sabahtan beri kendisine yağ çekip etrafında dört dönen takım elbiseli
dalkavuğun dolar işaretiyle parlayan gözlerine dikkatle baktı kodaman. “Yok,
ben kendim bizzat şey etmek istiyorum.”
“Anlıyorum efendim, elbette. Siz şöyle buyurun, kataloğumuzu
inceleyin. Ayrıntıları sonra konuşuruz.”
“Cinayet sorun olmaz, değil mi?”
“Ne demek efendim, lafı mı olur! Siz rahatınıza bakın, Dead&Young
sizin yerinize her şeyi halleder. Buyrun buyrun…”
“Teşekkür ederim.”
Ellerini ovuşturan dalkavuk, yağlı müşterisini lobideki deri
koltuklardan birine oturttu. Birkaç yapmacık gülücük daha sarf ettikten sonra
işi bağlamak üzere danışmadaki sekreterin yanına gitti.
“Kızım, Mazhar Bey’i çağır, beyefendiyle o ilgilensin, bir dediğini iki
etmesin.”
“Peki efendim.”
“Bugün başka ne var?”
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
82
“Saat 15.20’de bir mülakat var Ekrem Bey, Osman Bey özellikle sizin
katılmanızı istedi. Yeni eleman alınacakmış, kiralık katil kontenjanı için.”
“Haa tamam tamam, katılırım. O zaman sonraki randevularımı ertele,
karışıklık çıkmasın.”
“Tamam efendim.”
“Çiçekçileri de ara, ikindiden sonraki cenaze için çelenk hazırlasınlar.
Adres vardı onlarda.”
“Peki Ekrem Bey.”
*
Karşısındaki takım elbiseli, genç ve heyecanlı dalkavuğu görünce kendi
gençliğini hatırlayan Ekrem Bey, ellerini masanın üzerinde birleştirerek
parmaklarını kenetledi. Ser verip sır vermemenin beden dilindeki bir
yansımasıydı bu. Ama gerekirse karşısındakinden hem sırrını, hem de
kafasını koparıp alırdı.
“Daha önceki iş deneyimleriniz?”
“Şey, ben staj yaptım efendim. CV’mde de göreceksiniz.”
“Ha evet, yazıyor. Hımmm… Hem de Killoitte’te, iki buçuk ay staj
yapmışsınız. Peki neden oraya başvurmadınız iş için?”
“Açıkçası oradan pek memnun kalmadım. Stajım da aslında üç aylıktı
ama ben tamamlamadan bıraktım.”
“ İlginç, sebep?”
“Fikir uyuşmazlığı diyelim.”
“Biraz daha açabilir misiniz lütfen?”
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
83
“Örneğin, orada bulunduğum süre içinde bizi hep cansız hedeflere ateş
ettirdiler. Oysa biz zaten okulda da bunu yapıyoruz. Stajyer alan bir şirketin
çalışanlara daha fazla şey öğretmesi gerekir bence.”
“Ne gibi?”
“Daha pratiğe dayalı şeyler mesela. Sadece maktul dosyalama, hedef
gözetleme, silah temizliği değil de, biraz daha saha içinde bir eğitim olmalı.
Yani ben öyle düşünüyorum şahsen.”
“Burak Bey… Burak’tı değil mi?”
“Evet efendim.”
“Neden bu mesleği seçtiniz?”
Her şeyi başlatan ve bitiren soruyu sonunda sormuştu Ekrem;
karşısındaki genç ise bu konuda da idmanlıydı, bir anlık duraksamadan sonra
cevapladı. “Şey, çünkü öldürmeyi seviyorum.”
“Tamam da, neden bu alanı seçtiniz özellikle? Neden toplu katliam ya
da seri cinayet değil de suikast?”
“Temiz iş efendim; akarı yok kokarı yok. Kurbanla muhatap olma derdi
yok, arkamda kanıt bıraktım mı endişesi yok, riski yok. Adresi belli, kimliği
belli, tak dedim mi iş bitti.”
“Tabii maaşı da iyi, değil mi?”
“Şey, tabii efendim, ama aldığınız hazzın yanında maddiyat çok da
önemli değil bence. Yani insan önce yaptığı işi sevmeli.”
Ekrem Bey karşısındaki genci iyice bir süzdü. Burak’ın stresten boncuk
boncuk terlediğini görmek hoşuna gitse de işkencesine son verdi ve
gülümsedi.
“Pekala delikanlı, seni gözüm tuttu. Ama diğer ortakların da görmesi
için bir mülakat daha yapacağız. Artık kararı ondan sonra veririz.”
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
84
“Sağ olun efendim, çok teşekkür ederim!”
“Hadi hadi, gerekirse sonra teşekkür edersin. Sen bu azmini, bu kana
susamışlığını kaybetme yeter. Çıkarken sekreterden randevu al, yine
görüşeceğiz Burak Kanlıbıçak. Kendine dikkat et, arkanı kolla, hahaha…”
*
Saatlerdir devam eden büyük ortaklar toplantısı olanca stresi ve
hararetiyle devam ediyordu. Ortaklar büyük olunca sorunları da büyük
oluyordu haliyle.
“Bence müşteri portföyümüzü yenilemeliyiz. Globalleşen dünyada
yaptığımız katliamlar, işlettiğimiz cinayetler ve gerçekleştirdiğimiz suikastler
de enternasyonel bir boyut kazanmalı.”
“Haklısınız Raci Bey. Geçen gün “partner meeting”de de söyledim:
yeni personel alımına da bu doğrultuda çeki düzen vermeliyiz. Daha
girişimci, daha kalifiye elemanlar “recruit” etmeliyiz. Ne bu canım, İngilizce
bilmeyen adamdan suikastçı, seri katil mi olur?!”
“Doğru valla, adamlar yüksek tetikçilik okuyup geliyorlar ama daha
müşteriyle iletişim kuramıyorlar. Sonra bir bakıyoruz yanlış anlaşılma olmuş,
yok efendim aslında Çinli adam öldürülecekmiş de, katil dil bilmediği için
karıştırıp Japon’u vurmuş, bilmem ne!”
“Şirketin itibarını zedeliyorlar canım!”
“Dikkat etmek lazım ama Ahmet Beyciğim, yani yeni personelin
kalitesi ve uyumu açısından daha etkin bir istihdam tarzı şart.”
“Aynı kanıdayım Haşmetçiğim, ne önerirsiniz?”
“Valla bence yazılı, sözlü ve uygulamalı sınavların yanı sıra
mülakatlara da dikkat etmek gerek. Örneğin, mülakatlarda on kişi var
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
85
diyelim, biz de beş kişi mi alacağız; o zaman adayları koyacağız bir odaya,
kapayacağız kapıyı. Yarım saat sonra bakacağız, artık kim sağ kaldıysa onları
işe alacağız.”
“Pek yerinde bir öneri.”
“Harika bir yöntem! Bence hemen uygulamaya koyalım.”
“Evet, oylama yapalım. Kabul edenler? Etmeyenler?”
Kalkıp inen elleri hızlı bir biçimde saydıktan sonra kararı bildirdi Raci
Bey. “Kabul edilmiştir! Kararımızı insan kaynaklarına iletelim, gereken
işlemleri başlatsınlar.”
Diğer ortaklar da kafa sallayarak onay verirken, Haşmet Bey yanındaki
Ekrem’e döndü. “Ekrem Bey, sizin bir öneriniz vardı sanırım?”
“Evet Haşmet Bey, şu yeni suikastçı pozisyonu için bir adayla görüştüm
de, Burak Kanlıbıçak… Ben kendisiyle yaptığım görüşmeden memnun
kaldım, ikinci bir mülakat için sizlere tavsiye ediyorum.”
“Hay hay efendim, sizin için uygunsa bizim için de uygundur.”
“Uygun uygun; genç, keskin, aynı soyadı gibi bir katil, tam aradığımız
kişi!”
“Tamam öyleyse, bir sonraki toplantıda görüşelim bunu. Sonraki
“topic”?”
Önündeki notlara bakan Raci Bey cevapladı. “Hımmm bu konu
önemli… Rakip şirket, CorpseSlaughterhouseRippers.”
İsim telaffuz edilince tüm ortaklardan memnuniyetsiz homurtular çıktı;
kendini tutamayan birkaç kişi ise lanet okudu.
“Ne olmuş yine, neyin peşindeler?!”
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
86
“Neyin olacak; birinci sınıf suikastler, yüksek mevki cinayetler, önemli
devlet adamlarının ve CEO’ların öldürülmesi… Son genel kurulda ne karar
aldıysak onlar da aynı stratejinin peşinde!”
“Şerefsizler…”
“Nasıl haberleri olmuş peki? Yoksa aramızda casus mu var?!”
Bu yorum ortaklar arasında bir an infial yarattıysa da Haşmet Bey olaya
el koydu, onları sağduyuya davet etti. “Düşmanımızı hafife almayalım,
sonuçta onlar da bu piyasadaki en önemli şirketlerden biri…”
“Bizden sonra tabii...”
“Elbette. Ama onların kaynakları, vizyonları ve misyonları da
bizimkiler kadar etkin. Kaldı ki, bu strateji bize özel ve gizli de değil. Her
şirketin amaçladığı bir hedef…”
“Hedef demişken…”
“Buyrun Ekrem Bey?”
“Bu Killoitte’mi ş, efendim, CorpseSlaughterhouseRippers’mış, falan
filan, zaten isimlerinde meymenet yok!”
“Konuya gelin Ekrem Bey.”
“Öhöm, pardon… Yani demek istediğim, tüm rakiplerimizden ve bize
zorluk çıkaran şirketlerden kurtulmanın bir yolu olabilir diye düşünmekteyim
naçizane.”
“ İyi de nasıl?”
Ekrem pişkin pişkin sırıttı. “Ehe… Efendim, bugüne bugün biz cinayet,
suikast ve katliamda dünyanın bir numaralı şirketiyiz. Yani insanları ortadan
kaldırmak bizim işimiz.”
“Eee?”
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
87
“Diyeceğim o ki, hep müşterilerimize hizmet için öldürüyor ve
öldürtüyoruz değil mi? Eh, bu sefer de kendimiz için öldürtelim. Bize rakip
olan, ayağımıza dolanan, sinirimize dokunan kim varsa ortadan kaldıralım!
Düşmanmış, rakipmiş, hiçbiri kalmasın, temizleyelim gitsin!”
Ekrem Bey’in bu fikri öyle büyük bir heyecan yaratmıştı ki, ortakların
coşku dolu tezahüratları toplantı salonunda yankılanıyordu. Öneri hemen
oybirliğiyle kabul edildiğinde hepsi dünyanın bir numaralı ve rakipsiz cinayet
şirketi olmanın hayallerini kuruyordu. Biri hariç… Sinsi dalkavuk Ekrem
Bey, tüm bunlar olup bittiğinde, CEO’lukla önünde kalacak olan son birkaç
engelin yüzlerine bakıp pis pis sırıttı. Ne de olsa rakiplerini ortadan kaldırma
fikri ilk ondan çıkmıştı ve bu iş için kimi görevlendireceğini de çok iyi
biliyordu.
“ORTAK B“ORTAK B“ORTAK B“ORTAK BİLLLLİNÇ”NÇ”NÇ”NÇ”
Gurur GüneGurur GüneGurur GüneGurur Güneş
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
89
Karadeniz’de Samsun adında güzel bir şehir vardır. İnsanları tasasız,
sokakları cansızdır ama çok güzeldir. Eğer bir gün yolunuz oraya düşerse
gidin, pişman olmazsınız. Gerçi göreceğiniz pek fazla bir şey yok ama.
Burak, arabasını kaldırımın kenarına park etti ve aşağıya indi. Bir süre
yürüdükten sonra durdu, önündeki liseye baktı. Kafasını biraz daha
kaldırdıktan sonra yukarıdaki tabelayı gördü. “19 Mayıs Anadolu Lisesi”
yazıyordu tabelada. Bir zamanlar bu lisede okumuştu Burak. Ama
Samsun’dan taşındığından beri hiç görmemişti burayı. Kendisi 1994 mezunu
olduğuna ve ailesiyle birlikte mezun olduğu yıl Samsun’dan taşındıklarına
göre, tam on yedi yıl olmuştu buralardan gideli. Bir süre lisenin önünde
durdu, kendisine bile yabani gelen bir şekilde gülümsedi ve bir zamanlar en
çok nefret ettiği yere karşı şimdi özlem duyduğunu fark etti. Daha sonraları –
eğer düşünmeye vakit bulabilirse – o dakika bir duygu karmaşası içinde
olduğunu ve gülümsemesinin gerçekten çok yavan olduğunu hatırlayacaktı.
Yıllardır görmediği eski lisesine ta İstanbullardan kalkıp gelmesinin
sebebi, okulda pilav günü düzenlemeleri ve eski mezunları çağırmalarıydı.
Burak ayrıntıları bilmiyordu, ama kermes ve konser karışımı bir şey
yapılacaktı herhalde. Ona iki gün önce haber verilmişti zaten. Aslında
gelmemeyi düşünüyordu, ama tam üç yıldır ne bir tatile çıkmıştı, ne de doğru
dürüst eğlenebilmişti. Hayatını verdiği gazetecilik mesleğiyle uğraşıyordu
çünkü. Bir yerlerde adını duyurabilmenin peşindeydi şu sıralar. Tabi bunu
yaparken mesleğinin garip ironilerini de görmezden gelmeye çalışıyordu. Bu
ironilere şöyle bir örnek verilebilir ki, gazeteciler başkalarının yaptıklarını
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
90
haber diye yazarken kendi hayatlarını unutuveriyorlardı. Böyle çok adam
görmüştü Burak. Karısından ayrılanları, siyasi cinayetlere kurban gidenleri,
hatta hayatın anlamsızlığından dert yanıp intihar edenleri… Onlardan biri
olmamaya çok dikkat ediyordu, ama gittikçe işkolikleşmeye başlamıştı. Bu
küçük kaçamak onu işinden biraz olsun koparacaktı belki de.
Okulun demir kapısından tam içeri girecekti ki, lisenin bekçisi önünü
kesti. Burak bir an ne olduğunu anlayamadı. Ama biraz sonra adamın elinde
duran biletleri fark etti.
“Biletiniz var mı beyefendi,” diye sordu bekçi. Bu sırada sağ elinde
tuttuğu biletleri sol elinin avucuna vurup duruyordu.
“Şey… Yok, ama şimdi alabilirim sanırım,” dedi Burak. O bu lisede
okuduğu zaman bekçiler daha bir kibardı sanki. Ama şimdi bu herif
karşısında hayattan bezmiş bir şekilde oflayıp duruyordu. İnsan,
memnuniyetsizliğini karşısındakine bu kadar da belli etmezdi ki.
“Alırsınız, alırsınız tabii. Buyurun içeri geçin.”
Burak içeri geçti, biletini aldı. Bunun karşılığında tam beş lira ödedi ve
bekçinin yanından ayrılıp okul bahçesinde ilerlemeye başladı.
Henüz daha konser başlamamış olmalıydı, çünkü etrafta küçük
tezgâhlardan başka hiçbir şey yoktu. Bu da demek oluyordu ki, henüz pilav
gününün kermes faslındaydılar. Erken gelmişti anlaşılan. Ama buna rağmen
bahçe çok kalabalıktı. Burak’ın bu kalabalık arasında eski sınıf arkadaşlarını
seçebilmesi pek mümkün değildi. Acaba ondan başkası gelmiş miydi? Yok
canım, sadece kendisinin gelecek hali yoktu ya. Eski arkadaşlarından en az
birkaçı hâlâ bu şehirde oturuyor olmalıydı. Yani en kötü birkaç kişi
gelmeliydi. Yoksa bu küçük kaçamağını boşuna yapmış olacaktı.
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
91
Bir süre tezgâhların arasında ilerledi, ona bir şeyler satmak isteyen
birkaç genç oldu; ama hiçbirini kabul etmedi. Çünkü eski arkadaşlarını
düşünmekle meşguldü. Kaçını hatırlıyordu acaba?
“Aaa! Burak!”
Biri arkasından sesleniyordu. Döndü ve kimin seslendiğini bulmaya
çalıştı, ama gözleri kalabalığın arasında bir süre hedefsiz kaldı. Ama hemen
sonra sağ koluna biri dokundu.
Döndüğünde karşısındaki kişiyi bir süre tanıyamadı, ama adamın tekrar
“Burak” demesiyle kendine geldi. Çağatay’dı karşısındaki! Bir zamanlar en
iyi anlaştığı insan.
“Çağatay!” diye bağırdı istemsizce ve arkadaşına sarıldı. Çağatay da
onu aynı coşkuyla karşıladı, kucakladı.
“Oğlum nerdesin sen? Taşındığından beri görmüyorum seni. Kaç yıl
oldu? On beş mi?”
“On yedi,” dedi Burak. Hâlâ gülüyordu. Ama kapının önündeki gülüşü
gibi değildi bu gülüş, daha insan canlısıydı.
“Eee? Nerelerdeydin? Ne yapıyorsun? Anlat biraz.”
“Valla liseden sonra İstanbul’a gittik,” dedi Burak. “Orda gazetecilik
okudum. Ondan sonra da bir gazetede işe başladım zaten. Başka bir şeyde
yapmadım.”
“Seninkiler nasıl? Kemal Albay’ım, Nermin Teyze’m ne yapıyor,” diye
sordu Çağatay. Burak’ın annesiyle babasını kastediyordu.
Bu sözlerden sonra bir süre sessizce durdu Burak. “Babamı yedi yıl
önce kaybettim Çağatay. Zavallım, yatağında eski askerlik anılarını
anlatırken öldü. Annem de ondan iki yıl sonra vefat etti. Acısına dayanamadı
herhalde,” dedi sonra. Konuşması, hayatına dair ipuçları veriyordu. Babası
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
92
albaydı Burak’ın. Samsun’dan da bu yüzden taşınmışlardı zaten. Babasının
tayini çıkmıştı. Zaten okul hayatı boyunca birçok yerde bulunmuştu.
Okuduğu okulların adını sorsanız, çoğunu hatırlamazdı, çünkü çok fazla
okula gitmişti. İşte onun işine bu kadar çok bağlanmasının sebebi de buydu
zaten. Hayatı boyunca yaşadığı yere, arkadaşlarına hiçbir zaman
bağlanamamıştı. – tabi bu lisedekiler hariç - Çalıştığı gazeteye aşırı derecede
bağlanıyordu. Çünkü onu da kaybetmekten korkuyordu.
“Üzüldüm. Başın sağ olsun,” dedi Çağatay. Az önceki gibi gülmüyordu
artık.
“Boşver be Çaça,” dedi Burak, Çağatay’ın omzuna şakadan vururken.
Çağatay’a kısaca Çaça derdi. “Eee? Sen ne yapıyorsun?”
“Valla ben bir yere gitmedim, Samsun’da kaldım. Üniversiteyi
bitirince, bir süre bir şirketin avukatlığını yaptım. Şimdi bir avukatlık bürom
var. Serbest çalışıyorum yani.”
Şaşırdı Burak. Demek Çağatay avukat olmuştu ha! Burak en son
hatırladığında bu çocuk kitabın kapağını bile kaldırmazdı. Şimdi ise avukat
oldum diyordu. Dalga mı geçiyordu acaba?
“Ciddi misin lan?” diye sordu Burak.
“Avukatlık bürosu açmak o kadar zor değil ki oğlum. Gidip bir…”
“Yahu onu demiyorum ben,” diye Çağatay’ın sözünü kesti Burak.
“Gerçekten avukat mı oldun? Onu soruyorum.”
“Tabii lan. Olamaz mıyım yani? Sen bakma benim eskiden öyle
olduğuma. Gizliden gizliye çalışırdım ben,” dedi Çağatay. Hiç de alınmış gibi
bir hali yoktu.
“ İyi. Hayırlı olsun diyelim. Ya bu arada, bizden başka kimse gelmedi
mi?”
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
93
“Ben de ona bakıyordum,” dedi Çağatay etrafına bakınırken. “Seni
gördüğüm zaman…”
“Burak!” diye bağıran biri Çağatay’ın sözünü yarıda kesti. Burak bir an
dejavu yaşıyormuş gibi hissetti kendini. Çünkü az önce Çağatay da öyle
bağırmıştı ona.
“Burak!” diye tekrarlandı ses, ama bu sefer daha kalın sesli birisi
sesleniyordu. Çağatay’la Burak bir süre etraflarına bakındıktan sonra
arkalarından yaklaşanları gördüler.
Burak gelenleri yine tanıyamadı bir süre, ama biraz sonra anıları
zihninin dehlizlerinden çıkıp gözlerinin önüne geldi ve gelenleri sırayla
hatırladı. Mesela en soldaki kadın Sema’ydı. Onun hemen yanında yürüyen
ve elini tutan adam ise Ersin. Onların yanında da Cemre ve Kadir vardı.
Hepsiyle ilgili bilgileri sırayla hatırlıyordu.
Sema güzel bir kızdı eskiden ve hâlâ da öyleydi. Zamanında üst
sınıflardan birçok çocuk onun peşinden koşmuştu, ama o sadece kendi
sınıfından olan Ersin’le çıkmıştı. Görünüşe bakılırsa hâlâ birlikteydiler. İyi
çocuktu Ersin, etrafındaki herkese yardım etmeye çalışırdı. Hatta bir
keresinde başı bu yüzden fena halde derde giriyordu.
Burak orada yoktu, ama olanları duymuştu tabii ki. Söylenenlere göre,
Ersin okuldan çıkıp eve dönerken ağlayan bir kız görmüş. İyilik meleği ya
mübarek, hemen yanına gitmiş kızın, neden ağladığını sormuş. O sırada kızın
sevgilisi, yanında arkadaşlarıyla birlikte gelince olanlar olmuş. Kızı, Ersin’in
ağlattığını sanmışlar. Ersin ise derdini anlatmaya çalışmış ama ne çare.
Herifler üstüne çullanmışlar. Etraftakiler onları ayırdığında kız ancak kendine
gelebilmiş ve olanları anlatmış. Meğerse sınavdan düşük aldığı için
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
94
ağlıyormuş kız. Sonrasında kızın sevgilisi bir özür bile dilemeden kızı alıp
gidince Ersin yediği dayakla kalmış.
Bu olaydan sonra tam bir ay Ersin’le küs kalmıştı Sema. Çocuğun
insanlara yardım etme huyunu seviyordu, ama bir gün başına bu yüzden bir iş
gelecek diye korkuyordu. Neyse, sonuçta Burak’ın hatırladığı kadarıyla
lisede tam iki sene çıkmışlardı. Eğer eski aşkları şu anda depreşmediyse,
uzun süredir birlikteler demekti.
Cemre… Cemre’yle son sınıfta bir kere çıkmışlardı ve o da altı ay
kadar sürmüştü. Burak’ın lisede çıktığı üç kızdan biriydi Cemre. Diğer
ikisinin adını bile hatırlamıyordu zaten, ama Cemre… Onu hatırlıyordu;
çünkü kız Sema’dan bile kat be kat daha güzeldi.
Ersin’i, Sema’yı, Cemre’yi, Çağatay’ı ne kadar çok seviyorsa,
Kadir’den de o kadar çok nefret ediyordu Burak. Lise yıllarında bir iki kere
birbirlerine girmişlerdi, ama hepsinde de ya etraftakiler kavgayı ayırmıştı, ya
da herhangi bir öğretmene yakalanıp disiplinlik olmuşlardı. Bu kavgaların
sebebi tabii ki Kadir’di. Burak ne yaparsa yapsın karşı çıkıyordu çocuk,
yaptıklarının tümüne muhalefetti. Burak birkaç saniye öncesine kadar
lisedeki tek düşmanını hatırlamıyordu bile. Ama şimdi kanlı canlı
karşısındaydı.
Arkadaşları Çağatay ve Burak’ın yanına yaklaştığında ilk işleri
birbirlerini süzmek oldu. Eskiye dair bir hareket ya da değişmiş herhangi bir
şey arıyorlardı.
“Burak diye seslenin siz tabii. Bir eşekbaşıyız burada,” diyerek o büyülü
anı bozdu Çağatay. Bir süre herkes ona baktı. Daha sonra deliler gibi
gülmeye başladılar. O kadar çok gülüyorlardı ki, etraftakiler bile işlerini
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
95
güçlerini bırakmış, onlara bakıyorlardı. Burak, bu sırada kapının önündeki
hastalıklı gülüşünü unutmuştu.
***
“Çok özlemişim sizi ya,” dedi Sema, herkese sırayla bakarak.
O, bunu söylediği sırada okulun kantinindeki bir masanın etrafında
oturuyorlardı. Dışarıda attıkları kahkahalardan sonra sakin bir yere geçmeye
karar vermişlerdi. Aslında dışarı çıkıp herhangi bir cafeye gideceklerdi, ama
okulun tombul kantincisi yanlarına gelmiş ve onları kantinde
ağırlayabileceğini söylemişti. Kantin normalde bugün kapalıydı ve okul
binasının içinde kimse yoktu, ama kantinci eski mezunları ağırlamaktan şeref
duyduğunu söylüyordu. Herhalde dost kazanmaya çalışıyordu adam. Bu
okuldan mezun olanların çoğu iyi yerlere gelmişlerdi çünkü.
Şimdi koca okul binasının içinde yalnızdılar. Kantinci onlara birer
kahve yaptıktan ve başka bir şey isteyip istemediklerini sorduktan sonra
dışarıya çıkmıştı.
Burada oturdukları süre boyunca Burak, arkadaşlarının ne yaptıklarını
da öğrenmişti. Ersin ve Sema evlenmişlerdi ve psikolog olmuşlardı.
Söylediklerine göre bir ofisleri vardı ve karı koca birlikte çalışıyorlardı.
Burak’ın en çok özendiği şeylerden biriydi bu. İnsanın karısıyla aynı mesleği
yürütmesi çok güzel bir şeydi ona göre. En azından yaptığınız iş ve ilgi
alanlarınız aynı oluyordu eşinizle. Maalesef Burak hiç evlenememişti ama
eğer bir gün evlenirse, evlendiği kadın kesinlikle bir gazeteci olacaktı.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
96
Cemre moda tasarımcısı olmuştu. Ona da bu yakışırdı zaten. O
güzellikle başka bir iş yapamazdı. Söylediğine göre, şu an bir ajansla
çalışıyormuş ve yakında bir defilenin tasarımcılığını üstlenecekmiş.
Konuşurken, Burak’la fazla göz teması kurmamaya çalışıyordu sanki kız.
Kadir reklamcılık yapıyordu. Burak bunu ilk duyduğunda – tıpkı
Çağatay’ın avukat olduğuna inanamadığı gibi – inanamamıştı. Bu meslek
gazeteciliğe çok yakın bir meslekti ve Kadir’in, yaratıcılığın ana dil olduğu
bir mesleğe sahip olması onu gerçekten çok şaşırtmıştı.
Anlaşılan Cemre ve Burak hariç hepsi Samsun’da kalmışlardı. Cemre
İzmir’de çalışıyordu. Evi de oradaydı.
Herkes kahvelerini bitirdiğinde Ersin ayaklandı. “Hadi bahçeye geçelim
isterseniz,” dedi.
“Ne acelen var be oğlum. Otur işte, konuşuyoruz ne güzel,” dedi Kadir.
Her zamanki gibi samimiyetle yalakalık arasındaki çizgiyi zorluyordu.
“Okul müdürü benden bir konuşma yapmamı istedi. Eski mezunlardan
birinin gençlere tüyolar vermesi iyi olurmuş,” dedi Ersin, sonra da cebinden
katlanmış bir kâğıt çıkardı ve masadakilere gösterdi. Yapacağı konuşmaydı
bu.
“Tamam, kalkalım,” dedi Burak. İki eli kanda olsa Ersin’i kırmaz, her
istediğini yerine getirirdi.
O böyle dedikten sonra herkes ayaklandı ve kantinden bahçeye açılan
çift kanatlı kapıya yöneldiler. Kapı camdı ve her iki tarafında da boydan boya
uzanmış, silindir şeklinde, beyaza boyanmış demirler vardı. Cam, bu
demirlerin arasında kalıyordu.
En önde olan Çağatay kapıyı açmak için elini uzattı, ama kapı açılmadı.
Birkaç kez daha denedi, kapıyı ileri geri ittirdi, ama kapı açılmıyordu.
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
97
“Niye açılmıyor bu ya,” diye sitem etti daha sonra. Bu sırada hâlâ
kapıyı açmaya çalışıyordu.
O kapıyı açmayınca Ersin araya girdi, ama o da açamadı. Sırayla herkes
kapıyı açmaya çalıştı, ama olmuyordu. Hâlbuki görünürde kapıya bağlanış bir
kilit de yoktu.
“Ne oluyor ya,” dedi Cemre. İşte bu kızın en çok bu yanını seviyordu
Burak. İstediği bir şey olmayınca hemen bebek gibi mızmızlık yapıyordu.
Bazılarında çok kaba dururdu bu hareket, ama ona çok yakışıyordu.
“Ne olduğunu bilmiyorum, ama kapı açılmıyor işte. En iyisi gidip diğer
kapılara bakalım,” dedi Sema. Eskiden de sorunları fazla kafaya takmaz,
hemen çözüm üretmeye bakardı. Bazı şeyler değişmiyordu demek ki.
Sema’nın dediği gibi de oldu. Herkes okulun faklı yerlerindeki kapılara
baktı. Lise tam üç bloktan oluşuyordu ve bu üç bloğun her birinde bir kapı
vardı, yani okulda toplam üç kapı vardı. A bloğundaki kapıya Burak, B
bloğundaki kapıya Kadir ve Çağatay baktılar. Ama iki kapı da kilitliydi. C
bloğundaki kapı da kantindeki açılmayan kapı olduğuna göre, okulda mahsur
kalmış gibi bir halleri vardı.
Burak, Kadir ve Çağatay geri döndüklerinde diğerlerini kapının
arkasındaki insanlara seslenmeye çalışırken buldular. Hatta Ersin kantinin
camlarına vurmaya başladı, ama dışarıdaki kimse onları duymuyordu. Ne
oluyordu ki böyle? Daha konser başlamamıştı, yani dışarıda fazla ses yoktu.
Peki neden onları duymuyorlardı.
“Yok, bu böyle olmaz,” dedi Çağatay. “Hadi gelin bizim eski sınıfa
gidelim. Biraz eski anılarımızdan konuşalım. Daha sonra tekrar deneriz.”
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
98
“Olabilir. Dışarı çıkıncaya kadar oyalanmış oluruz hem. Ersin, senin
konuşmaya ne kadar var daha?” dedi Burak. Buraya anılarını tekrar anmak
için gelmişti zaten.
“Aslında daha var. Ben biraz tezgahlara bakmak için dışarı çıkalım
demiştim. Çıkıncaya kadar biraz nostalji yapalım o zaman. Tabii herkes
böyle istiyorsa…” diye karşılık verdi Ersin.
Cemre’yle Sema da onaylayınca hemen ikinci kata çıktılar ve
sınıflarını aramaya koyuldular. Bu sırada Burak sınıfın yerini hatırlamaya
çalışıyordu. Okuldaki anılarını getiriyordu gözünün önüne, ama bunların
hiçbirinde sınıfının yerini bulamıyordu.
“Acaba bir üst katta mıydı bizim sınıf yahu?” diye hepsine seslendi
Çağatay.
“Ben bir bakayım,” diye karşılık verdi Cemre ve üst katın
merdivenlerine yöneldi.
Bu, Burak için kaçırılamaz bir andı. “Dur, ben de seninle geleyim,”
dedi ve kızın arkasından merdivenleri çıktı. Bunu yaparken Cemre’yle biraz
olsun yalnız kalmaktı amacı, çünkü kız onunla doğru dürüst konuşmamıştı
bile. Sanki kaçar gibiydi. Herhalde eski günlerinden utanıyordu, sevgili
oldukları günlerden. Ama utanılacak ne vardı ki? Bu eski günlerdeki
duyguların depreşeceğine duyulan bir korku olabilirdi daha çok.
Üst kattaki koridora çıktılar ve önlerinde sağlı sollu uzanan kapıları
araştırmaya koyuldular. Cemre, kapılara bakarken bir şeyler hatırlamayı
umuyordu, ama Burak tamamen öylesine bakıyordu kapılara. O, Cemre’yle
konuşmak istiyordu. Kız onunla konuşmadığı için hırs yapmıştı.
“Parmağında alyans yok,” diye söze girebildi sonunda. “Herhalde
evlenmedin.”
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
99
Cemre bir süre durakladı, sonra gülümsedi. “Boşandım,” diyebildi
sadece.
Burak içinden küfürler etmeye başladı o anda. Bu kadar güzel bir kızın
boşta kalabileceğini nasıl düşünmüştü ki? Hem artık otuzlarının sonuna
yaklaşıyordu, yani pek kız da denemezdi hani. Neden boşanmıştı acaba?
“Üzüldüm,” dedi Burak. Yine dejavu yaşıyormuş gibi bir hisse kapıldı,
çünkü Çağatay bu lafın aynısını ona dışarıda söylemişti.
“Üzülme. Ben üzülmedim.”
“Neden?”
Cemre tam karşılık verecekti ki, sağ taraftaki kapılardan birine takıldı
gözleri ve o anda sınıfına dair hatıralar canlandı aklında. Bir keresinde okula
uygun giyinmediği için, bu kapının önünde azar işitmişti hocasından. Sonra
da okula velisini çağırmışlardı. Şimdi bir rüya gibi geliyordu o anılar ama
hepsi yaşanmıştı. Bunun en canlı kanıtı ise tam yanında duran Burak’tı.
Çünkü o güzel günlere ait biriydi o.
Burak’a cevap vermeden, hemen aşağı katın merdivenlerine yöneldi.
Amacı diğerlerini çağırmaktı, ama onlar zaten yukarı doğru çıkmaktaydılar.
Merdivenin başında karşılaştılar. Cemre, onlara sınıfı işaret etti.
“Gelin. Bizim sınıfı buldum.”
“Hani nerde?” diye öylesine sordu Sema ve hep birlikte sınıfın kapısına
doğru ilerlediler.
Bu sırada Burak sınıftan içeri girmişti bile. Aynı kapının önündeki
bekçi gibi işlerinden bezmiş olan hademeler, sınıfın kapısını kilitlememiş
olmalıydılar. Diğerleri sınıfa girdiklerinde Burak’ı sınıfı süzerken buldular,
ama ondan önce dikkatlerini başka şeyler çekti.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
100
İçeri girdiklerinde bir an şaşırdılar çünkü gözlerinin önünde iki sınıf
vardı. Biri tahta sıraların hüküm sürdüğü, yeşil, tebeşirli tahtanın ferman
yazdığı sınıftı; diğeri ise plastik sıraların, akıllı tahtanın, bilgisayarın ve
projeksiyonların ahkâm kestiği sınıf.
Çok değişmişti burası. Eski tahta sıraların yerini plastik sandalyeler ve
masalar, yeşil yazı tahtasının yerini ise akıllı tahta almıştı. Burak sınıfın tam
ortasında duruyordu diğerleri içeri girdiğinde. İşte istediği oluyor, küçük
kaçamağı tam anlamıyla yerine geliyordu.
Kadir ıslık çalarak, Sema küçük bir çığlık atarak, Çağatay yüzündeki
bir günlük sakalı sıvazlayarak, Ersin saçlarını karıştırarak, Cemre ise
gözlerini kocaman açarak girdi sınıftan içeri. Burak içeri girerken sadece
üstündeki takım elbisenin yegâne tamamlayıcısı olan kravatını gevşetmişti.
“Vay anasını,” dedi Kadir en öndeki sıralardan birine oturarak.
“Burası kesin bizim sınıf ama…” diyebildi sadece Çağatay.
“Aslında niye bu kadar şaşırıyoruz anlayamıyorum. Ne olacaktı ki?
Burada hâlâ tahta cetveller mi asılı olacaktı?” dedi Cemre.
“Bir zamanlar bizim kullandığımız cetveller şimdi kim bilir nerde?”
diye kendi kendine sordu Sema. Gözleri hafiften dolmuş gibiydi. Eskiden de
böyleydi bu kız. En ufak bir şeyde hemen ağlardı. Doğrusu, çok dengesiz bir
yapıya sahipti.
Bir süre öylece sınıfı incelediler. Daha sonra herkes kendine bir
sandalye çekti ve dağınık bir yuvarlak oluşturacak şekilde oturdular.
“Hadi biraz eski anılarımızdan konuşalım,” dedi Çağatay. Yüzünde
kendisine hiç yakışmayan bir gülümseme vardı.
“Ama herkes bir şey anlatacak. Ben başlıyorum, sonra oturma sırasına
göre devam edeceğiz, tamam mı?” dedi Sema ve kimseden onay gelmesini
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
101
beklemeden anlatmaya başladı. “Hatırlar mısınız bilmem ama bir keresinde
sınıfça okulu asmıştık. Ben de sizinleydim. Gün boyu gezip eğlenmiştik, tam
okulun bittiği saatte de eve geri dönmüştük. Sanki okul bitmiş de biz oradan
dönüyormuşuz gibi. Neyse işte. Ben eve döndüğümde anladım ki, annem
okula benim derslerdeki durumumu sormaya gitmiş. Gidince de benim
okulda olmadığımı öğrenmiş haliyle. Annem benim okulda olmam
gerektiğini söyleyince de müdür, bizim okulu astığımızı anlamış. Yani benim
annem yüzünden yakalanmıştık. Ay hiç unutmayacağım o anı ya. Müdür bizi
sıraya dizip hesap sormuştu falan.”
“Aaa, evet hatırlıyorum galiba. O yüzden babamla iki gün
konuşmamıştım ben,” dedi Ersin.
“Evet, ben de hatırlıyorum. Benim ailem pek kızmamıştı gerçi. Sonuçta
okulu çok asan bir öğrenci değildim,” diye araya girdi Cemre.
“Biz de okulu çok asan bir öğrenci değiliz şekerim; ama bizim ailemiz
seninki gibi değildi. Bize o kadar geniş davranmazlardı,” diye karşılık verdi
Sema.
Cemre ise sadece güldü. O gülerken Burak sürekli ona bakıyor, onu
izliyordu.
“Neyse, sanırım sıra bende,” dedi Sema’nın hemen yanında oturan
Ersin. “Dersler boşken hep ön bahçede top oynardık biz. Bir defasında da
kaleci ben olmuştum. Topu elime alıp havaya diktim. Dikiş o dikiş… Top
gitti müdürün odasının camını kırdı. Sonra…”
“Tabii sen de teslim oldun,” diye Ersin’in sözünü kesti Kadir. Bu adam
bu hayvanlıkla nasıl reklamcı olabilmişti, hayret ediyordu Burak.
“Evet, ben de teslim oldum,” dedi Ersin. “Zaten yapacak başka bir şey
yoktu. Sonuçta ben yapmadım desem bile bizim çocuklar suç üstlerine
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
102
kalmasın diye ispiyonlarlardı. Ama bu anımı hiç unutmam, çok utanmıştım.
Müdür iyi adamdı, bir şey yapmamıştı bana. Aileme bile haber vermemişti
ama ben o günden sonra bir daha adamın yüzüne bakamadım. Okulun
neresinde görsem kaçtım ondan. Utanıyordum çünkü.”
“Bizim müdür severdi seni,” dedi Burak. Koskoca okulda bir tek
mülayim çocuk Ersin olduğu için müdür her şeyde güvenirdi ona.
“Severdi. Acaba şimdi nerde?”
“Ölmüştür herhalde. Zaten o yıllarda bile yaşlıydı,” diye araya girdi
Çağatay. Yüzünde sahte bir hüzün vardı.
“O maçta sen de vardın, değil mi Burak?” diye sordu Kadir. Yüzünde
hınzır bir gülümsemeyle Burak’a bakıyordu.
“Ev… Evet herhalde,” diye kekeledi Burak. Çünkü bir an
hatırlayamamıştı.
“Belki hatırlamazsın ama biz o maçta seninle kavga etmiştik. Ben de o
anımı anlatayım bari. Zaten sıra bende…”
Burak maçı hatırlıyordu hayal meyal, ama hatırında Kadir’le kavga
ettikleri yoktu. Belki de uyduruyordu herif. Anlatacak anısı olmadığı için
böyle uyduruk bir hatıra uyduruyor olabilirdi.
“Başlıyorum. O maçta Burak’la aynı takımdaydık ama hep kendisi
oynuyor, ben forvette olmama rağmen bana hiç pas vermiyordu. Hatta bir
keresinde bana pas vermemek için, rakip takıma top bile kaptırdı. Son
seferinde böyle yaptığında beleşe gol yemiştik. Sinirlendim. Buna bağırmaya
başladım, o da bana bağırdı. Ama görseniz nasıl sinirliyim, delireceğim
sanki. Hemen üstüne atıldım bunun. O da bana karşılık vermeye başladı. İşte
bizimkiler bizi ayırdıktan sonra da Ersin topu yanlışlıkla müdürün camına
dikti.”
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
103
Kadir’in sözleri bittiğinde Burak olanları hatırlamıştı. O maçta Kadir’e
pas vermemeye çalışmıyordu tabii ki. Kadir böyle algılamıştı sadece. Onun
yapmaya çalıştığı tek şey orta saha oyuncularıyla ilerlemekti. Forvete ne
zaman pas atsalar karşı takımın defansı hemen panter gibi atılıyordu
adamların üzerine. Burak da o maçta diğerleriyle anlaşıp biraz uzun
oynamaya karar vermişti sadece. Kadir’e pas vermemesinin sebebi buydu.
“Ya yok be Kadir,” diyerek güldü ve anlamsız bir açıklamaya girişti.
“Biz o maçta orta saha oyuncularıyla ilerlemeye karar vermiştik sadece.
Forvettekiler çok ileri gidiyordu, o yüzden de karşı defansa hep top
kaptırıyorduk. Sana ondan pas vermiyordum yani. Uzun oynayıp geri gelen
toplarla size gol attırmaya çalışıyorduk.”
“Ya boş versene Burak… Hep öyleydin sen.”
“Hep nasıldım?” dedi Burak oturduğu sandalyede hafifçe kıpırdanırken.
Onca sene geçmişti ama bu adam hâlâ aynıydı.
“Hep bir mazeret bulurdun yani.”
“Ben sade…”
Ortamın kızıştığını anlayan Sema, “Ya tamam, sakin olun,” diyerek
araya girdi ve Burak’ın sözünü kesti. “Buraya sadece hatıralarımızı anmaya
geldik.”
“Evet, beyler abartmayın,” diye ekledi Çağatay. O da Kadir’i pek
sevmezdi ama yıllar sonra buluştuğu arkadaşlarının arasında kavga çıkmasını
istemiyordu.
Bir süre sonra ortalık tekrar sakinleşti ve Kadir’in yanında oturan
Çağatay söze girdi. “Sanırım sıra bende. Hımmm… Aslında pek anlatacak bir
şeyim yok ama bir keresinde Burak’la kavgaya girmiştik ikimiz. Yani
birbirimizle değil, başkalarıyla kavga etmiştik. Ya benim bir kız meselesi
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
104
vardı. Kız benden ayrıldıktan sonra gidip benim yakın arkadaşlarımdan
biriyle çıkmaya başlamıştı. Ben de buna delirmiştim tabii. Gittim çocuğun
yanına, böyleyken böyle, benim kızı bırak dedim. Tabii o sırada yanında
arkadaşları vardı. İşte bunlarla bir süre laf dalaşına girdim ben, sonra itişmeye
başladık, sonra da kavga çıktı. Şansa bak ki, o sırada oralardan Burak
geçiyormuş. Hemen girdi kavganın arasına. Gerçi yine de dayak yedik ama
olsun. En azından beni yalnız bırakmadı.”
Burak başlarda bunu da bir an hatırlayamamıştı, ama Çağatay anlatınca,
yavaşça aklına gelmişti. O kavgadan sonra iki gün şakakları ağrıdığı için ne
doğru dürüst sınavlara çalışabilmişti, ne de başka bir şey yapabilmişti.
“Evet. Ama sonra senin kız o çocuktan da ayrılmıştı, değil mi?” diye
sordu Çağatay’a.
“Doğru ama sonuçta bana geri dönmemişti.” Güldü.
“Siz ne zaman yaptınız böyle bir şey ya? Benim niye hiç haberim
olmadı?” dedi Ersin.
Burak daha olayı bile zor hatırlamışken zamanı hiç hatırlayamazdı
elbette, o yüzden cevap vermeye hiç kalkışmadı. Onun yerine, biraz
düşündükten sonra Çağatay yanıtladı Ersin’i.
“Son sınıfın bitmesine iki ay kadar vardı herhalde. Ya da öyle bir
şey…”
“Bana hiç söylememiş miydiniz? Ondan mı hatırlamıyorum ben.”
“Oğlum sen o sıralar şöyle kallavi bir rapor almıştın da okula
gelmiyordun ya. Mezuniyet gününe kadar hiç görmemiştik ki biz seni,
söyleyelim.”
“He! Şimdi hatırladım, tamam.”
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
105
“Detayları şimdi hatırlıyorum da ne kavgaydı be! Lise boyunca öyle
kavga etmemiştim ben,” diye araya girdi Burak. Kavgaya dair bazı anılar
gözünde yeni yeni canlanıyordu.
“Harbiden çok kötüydü ya. Aralarında kısa boylu bir tane çocuk vardı
ya hani. İşte o hep alttan çalışıyordu ya. Kavgadan sonraki bir hafta, tuvalette
neler çektiğimi bir ben bilirim.”
Çağatay’ın bu sözlerinden sonra altısı birden gülmeye başladılar. Yıllar
önce okudukları lisede bir araya gelen ve okul yıllarında çok iyi anlaşan altı
arkadaşın tekrar buluşması bir tesadüf müdür, yoksa evren onları bilerek mi
bir araya getirmiştir? Bu pilav gününe onlarla aynı yıl mezun olmuş başka,
birbirini hiç tanımayan birileri de gelebilirdi, ama sadece onlar gelmişlerdi.
Lise yıllarında çok iyi anlaşan altı arkadaş… Gerçi Kadir’le Burak pek
anlaşamazdı, ama kızlarla iyi geçinirdi Kadir. Bu yüzden bu gruptaydı. Hem
Ersin de az çok severdi Kadir’i.
Gülme dalgası yavaşça ve küçük kasılmalarla bittiğinde sıradaki anıyı
dinlemeye hazırdılar. En çok da Burak hazırdı buna. Çünkü buraya
gelmesinin asıl sebebi eski hatıraları yâd edip, geleceği onlara göre
damgalamaktı. Güldü. Ve karşısındakinin anısı bitene kadar yüzünden
düşürmedi o gülümsemeyi.
Sıra Cemre’deydi. Saçlarını eliyle omzunun gerisine attı ve anlatmaya
başladı.
“Aslında benimki de bir kavga anısı. Bir keresinde Sema, ben ve birkaç
kızla birlikte okulun kantinindeydik. Öylesine etrafımıza bakınıyorduk, ama
üst sınıflardan birkaç kız bakışlarımızı yanlış anlamış, bizim erkek
arkadaşlarına baktığımızı sanmışlardı. Bilirsiniz öyle kızları, erkekten daha
erkektirler, hatta o sözde baktığımız çocuklar onların gerçekten erkek
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
106
arkadaşları bile olmayabilirler, onlara kim bakar ki? Neyse. İşte sonra
tartışma çıktı, atılan laflar büyüdü, sonra da kantinin ortasında birbirimize
girdik. Ama saç saça baş başa kavga ediyoruz. Müdür ailelerimize haber
verdiğinde çok utanmıştım vallahi. Düşünsenize, ailem erkek meselesi
yüzünden kavga ettiğimi sanmıştı.”
“Aaa! Doğru, çok kötüydü ya. Bizimkileri zor inandırabilmiştim
vallahi. Aslında sen anlatıncaya kadar aklıma gelmemişti. Gelseydi ben
anlatırdım bunu anı olarak,” dedi Sema. Böyle önemli bir şeyi unutmuş
olduğuna şaşıyordu. Ama unutmamalıydı ki, o da bir insandı ve sular seller
gibi akıp giden zamanın hızına hiçbir insanoğlunun yetişemediği gibi, o da
yetişemezdi.
Bu anı üzerine bir süre daha konuşuldu, sonra herkes gözlerini Burak’a
dikti. Sıra ondaydı.
Burak öksürdü, boğazını temizledi. Anlatmadan önce bir süre buraya
geldiğine pişman olup olmadığını tarttı aklında. Kesinlikle pişman değildi.
Eski arkadaşlarıyla yeniden görüşmesi bir yana, zihninin boşluklarında
çürümeye yüz tutmuş anılarını da bulup çıkarmıştı su yüzüne. Bu duygu paha
biçilemezdi. Öyle ki, bu anı bir daha yaşamak için arkadaşlarıyla yıllarca
görüşmemeyi bile göze alabilirdi. Anılar soğuduktan sonra güzeldi ne de
olsa.
Güldü Burak. Bu gülümsemesi kapının önündekinden çok, çok, çok
daha sıcak ve umut vericiydi.
Sonrasında ise anlattı, anlattı ve anlattı. Onun ne anlattığını, hangi
anısını anlattığını biz asla bilemeyeceğiz, ama bunun ne önemi var ki?
Önemli olan, bundan sonraki zihinsel tutarsızlıklardı.
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
107
***
Yedi gün sonra yayınlanan yerel bir gazeteden:
<< Şehrimizin hatırı sayılır okullarından biri olan 19 Mayıs Anadolu
Lisesi'nde skaldal! Köklü bir tarihe sahip olan okulda lisenin eski
mezunlarından olduğu tespit edilen altı kişi ölü bulundu.
Okul yönetimi hem eski mezunların anılması, hem de mevcut
öğrencilerin eğlenmesi için okulda tam bir hafta önce pilav günü
düzenlendiğini ve ölen mezunların o pilav günü sırasında yaşadığını
söylüyor. Polisin yaptığı küçük çaplı araştırma sonrasında ortaya çıkan
bulgular sayesinde, mezunların pilav gününden sonra okulda kaldıkları ve
daha sonraki tatil olan bir hafta boyunca yavaş yavaş açlık ve sıvı kaybından
öldükleri anlaşılıyor.
Şahitlerin iddialarına göre, mezunlar pilav günü sırasında okul
bahçesinde kahkalarla gülmüş, sonrasında ise yalnız kalmak adına okul
kantinine geçmişlerdir. Okul kantininin o gün girişe kapalı olduğunu
söyleyen okul yönetimi, kantin sahibinin mezunları kantine almakla kendi
inisiyatifini kullandığını sözlerine ekliyor.
Olay son zamanlarda şehrimizin yaşadığı en garip olaylardan biri olarak
kabul görmüş durumda. Bunun sebebi, mezunların pilav gününden sonra tam
bir hafta tatil olan okulda kalmalarının ve açlıktan ölmeyi beklemelerinin
nedeninin anlaşılamaması. Okuldan çıkabilir veya kantine inip ölmemek için
bir şeyler yiyebilirlerdi. Söz konusu gün okulun kapılarından hiçbirinin kilitli
olmadığı okul yönetimi tarafından defalarca dile getirildi.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
108
Şimdilik olay gizemini korumakta, polisin en yakın zamanda bir
açıklama yapması tüm şehir tarafından beklenmekte… İleriki zamanlarda
gazetemiz de ölenlerin isimlerini almayı umut ediyor. >>
Olaydan bir ay sonra ulusal bir kanaldaki televizyon programına çıkan
bilim adamının olaya dair konuşmasından:
“Bu olayı basit bir şey gibi görememek gerekir, çünkü bu altı insanın
ölümü son derece bilimsel olgular çerçevesinde gerçekleşmiştir.
Şimdi düşünün, yıllardır görüşmeyen ve aynı liseden mezun olmuş altı
insan bir araya geliyor ve muhtemelen anılarından konuşuyorlar. İşte bilimsel
olaylar tam da o an başlıyor. Bu altı kişi birbirlerinin şimdiki hayatlarını
öğrendikçe ve her saniye eski anılarını hatırlayınca, haliyle büyük bir özlem
duygusuyla dolup taşıyorlar.
Ve ortak bilinç harekete geçiyor!
Ortak bilinç dediğimiz şey aslında birkaç veya milyonlarca insanın
beyinlerinde kurulan gizli bir telepatidir. Bu olayda bu telepati sadece altı kişi
arasında kurulduğundan yapısı diğerlerinden biraz daha basit… Neyse, ortak
bilinç dediğimiz şey beynimizin gerilerinde kalmış hislerin, duyguların
olduğu bir bölümdür aslında. Sıkça bilinçaltıyla karıştırılır, ancak ondan çok
daha farklı bir olgudur. Ortak bilinç dediğimiz şeyin ne zaman, hangi insanlar
arasında kurulacağı öngörülemez, ama nasıl durumlarda olabileceği az çok
bilinir.
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
109
Bu ortak bilinç denilen telepatisel bağ eskiye duyulan özlemin ve çeşitli
duyguların yoğun olduğu zamanlarda ortaya çıkar ve arasında bağ kurulan
kişilerin ortak isteklerini algılayıp ona göre hareket etmelerini sağlar.
Mesela, pilav günü sırasında hiçbir kapının kilitli olmadığı ama bu altı
mezunun dışarı çıkamadığı söyleniyor. Doğrudur. Çünkü ortak bilinçleri
onların okulda kalıp eski anılarından konuşma isteklerini tespit etmiş ve
onları okulda kalmaya zorlamıştır. Bunu da çok basit bir yöntemle yapmıştır
aslında: Onları kısmen kör etmiştir, yani onlara kapıların kilitli olduğunu ve
dışarıya seslendikleri halde kimsenin onları duymadığını sandırmıştır. Evet,
ortak bilinç denilen olgu insanların beyninde böyle küçük sapmalara yol
açabilir. Yani aslında o kapılar kilitli değildir, ama bu altı insanın ortak
bilinçleri onların o kapıları açmalarını istememiştir.
Sonra, açlıktan ve susuzluktan ölme meselesi var. Bu da aynı sebepten
ötürü olmuştur. Aslında isteseler kantine inip bir şeyler yiyip içebilirler,
ancak ortak bilinçleri bunu yapmalarını engellemiştir. Böyle bir şeyi neden
yaptıklarını biz asla tam olarak bilemeyiz, ama tahmin etme şanssımız var.
Mesela bu altı insan yıllar sonra buluşmanın verdiği keyfe o kadar
kapılmışlardı ki, o an orada ölmek istemişlerdir ve ortak bilinçleri onların
beyinlerindeki bu gizli isteği saptayıp yerine getirmiştir! Bence olabilir.
İşte durum budur. Böyle bir olayda yapılacak pek çok şey yok, ama illa
da bir şey söylemek gerekirse şunu söyleyebiliriz: Bilim adamlarının bu
durumda yapmaları gereken yegâne şey, insan beynindeki bu zararlı
yetenekleri saptamak ve bunların insanlığa yararlı bir şekilde kullanılmasını
sağlamaktır. Eğer bu yapılmazsa, yakın zamanlarda daha böyle çok olayla
karşılaşacağız demektir.”
“RUH TOPLAYICISI”“RUH TOPLAYICISI”“RUH TOPLAYICISI”“RUH TOPLAYICISI”
EngEngEngEngin in in in Şenelenelenelenel
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
111
Her şeyi özlüyordu.
Nedensiz yere ağlamayı…
Başka bir tene özgürce ve sevgiyle dokunmayı…
Koklamayı…
Güzel bir çiçeği ya da bir pisliği…
Koklamayı özlüyordu…
“Büyük Darbe”nin gelişinden beri, insanlığından utandığı o kadar çok
şey yaşamıştı ki. Artık insan mıydı, onu bile bilemiyordu.
Harabelerin arasında dolaşırken, yine birbirine karışan yüz binlerce
sesin beynini tırmalayışından rahatsız olmuştu. Çığlıklar, yardım isteyenler,
ama onun ulaşamayacakları konumda bulunanlar. Her gün onların arasından
geçiyor, ama hiçbir şey yapamıyordu.
Yağmur yağmaya başladı. Bir an yağmurun tenini gıdıklayacağı
yanılgısına düştü ya da yağmurda toprak kokusunu duymayı bekledi. En
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
112
azından kükürt koklamayı istedi. Hayatının son on yılında her asit yağmuru
yağışında kokladığı ve lanet ettiği sülfürü koklamak istedi. Ama olmadı.
Kontrol noktasını geçti. Yağmur dindiğinde elinde sadece iki yeni ve
işe yarar ruh vardı. Gökyüzüne baktı. Birinci ay gök kubbeyi aydınlatırken
içinin korkuyla ürperdiğini hissetti. İkinci ay belirmeden ruhları yetiştirmesi
gerekliydi. Daha hızlı yürümeliydi, ama zihninin ve ruhunun dermanı yoktu.
Sağ ayak bileğindeki yaralara gözü takıldı. Eski deri kanseri nüksetmişti ya
da yenisi çıkıyordu. Yaralardan cerahat akıyordu ve muhtemelen çok pis bir
koku da yayılıyordu. Ama hiç koku alamadığı için bunu fark etmemişti.
Gitmek zorundaydı. Koşmak… İkinci ay çıkmadan işini yeteri kadar olmasa
da bugün için tamamladığını göstermek... Dahası ceza almaması için bu
şarttı. Sonra da belki tümörlerinin tedavisi için tedavi bölümüne girmesine
izin verirlerdi.
Koşarken yüzüne kadar sıçrayan çamurlar, yeni olmasına karşın
yetersiz bedeninin üzerinde akarken, gök kubbenin birinci açılış sesiyle
irkildi. İkinci ayın görünüşüne yakındı artık zaman. Ses de gök kubbenin
önlediği radyoaktif serpintinin geleceğinin habercisi…
Daha hızlı koşmaya başladı. Ayak bileğindeki yaralar kanamaya
başlamıştı. İlk defa fiziksel acı hissetmediğine seviniyordu. İşte, yönetim
binası ileride gözüküyordu. İkinci ve sağır edici ses başladığı anda binaya
girebildi.
Büyük koridorda yürümeye başladı. Her gün gelmesi gereken bu
binanın büyük koridoru bugün daha da büyük gözükmüştü gözüne. “Büyük
Kapı”nın girişinde yine durduruldu:
“ İkinci seste geldin insan! Az daha geç kalıyordun! Şu anda yönetici
meşgul! Beklemen gerekecek!”
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
113
“Beklerim.” dedi. “Başka ne yapabilirim ki?” diye düşündü içinden.
Ağlamak isteyip de ağlayamamak… Ne kadar da zordu. Yorulamamak;
yorulmayı özler miydi insan? O özlüyordu. “Büyük Darbe”ye kadarki
hayatını düşünmeye başladı. Karısını… Çocuklarını…
Ne varlıklıydı ne de yoksul… Ne çok mutluydu ne de üzgün. Sadece
yaşadığı o güzel yılları hatırladı. Çok sevmediği halde çalıştığı işi, eve gelip
de eşi ve çocuklarına sarılınca uyandığı kötü bir rüya gibi gelirdi ona. Peki ya
bu kâbus? Bundan uyanabilmenin imkânı var mıydı?
Doğduğundan beri aslında bir rüyanın içinde yaşamış olduğunu
düşündü. İnsanın, dünyanın ve hatta evrenin sahibi gibi gösterildiği bir
yanılsamanın içinde yaşamıştı. Milyonlarca yıl onlar, insanın bu dünyayı
cehenneme çevirmesine göz yummuşlardı ve insanı, kendisinin bu dünyanın
en güçlü varlığı olduğuna inandırmışlardı. Pusuya yatmış, zamanlarının
gelmesini beklemişlerdi. Ne olacaktı ki? Onların bir günü insanın binlerce
yılına eşitken ve böyle ilkel bir türün bir türlü gelişememesini izlerken, geçen
kısa zamanın onlar için hiçbir önemi yoktu ki…
Onlar, dünyanın gerçek sahibiydi.
Gün geldiğinde gerçek efendinin, köleleri uyandıracağını ve sahibi
olduğu dünyaya yerleşeceğini insana bıraktıklarıyla anlatmaya da
çalışmışlardı. Ama insan anlamadı. Ne kendisinden önce ve sonra var olan,
aklının almadığı insanüstü yapılar ve olaylar onun gözünü açmıştı, ne de
kıyametin asıl anlamının “Uyanış” olması…
“ İçeri girebilirsin, insan!”
Bu sesle bir an irkildi ve titredi, düşüncelerinin hepsi dağılırken öne
doğru eğilerek onun DNA’sını tanıyarak içinden geçmesine izin veren
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
114
kapıdan geçti. Yöneticinin karşısında diz çöktü. Ruhların bulunduğu kutuları
sanal gözlem masasına koydu.
“Bugün ne getirdin bana?”
“Bir profesör. Nükleer fizik ile uğraşmış. Darbede 67 yaşındaymış. Çok
bilgili ve çok değerli bir insanmış. Bir de küçük bir kız. Darbede henüz yedi
yaşındaymış. Kistik fibroz hastasıymış ve belki onu tedavi bölümünde…”
“Yeter!”
Yöneticinin sağır eden sesi, sözlerini tamamlamasına izin vermemişti.
Yine korkudan titremeye başladı.
“Yeter artık! Bugün bana getirdiklerin bu mu, insan? Yaşlı olana bir
beden verilebilir. Özelliklerini görebiliyorum ve yeterli. Kızı ise var olduğu
yere çöplüğe geri at! Zaten gelişmemiş organizmalarsınız, bir de sizin ergen
olmamış formlarınızla vakit kaybedemeyiz!”
Konuşmayı tekrar denedi:
“Haklısınız efendim, ama belki onu hastalığı ile ilgili incelemek
istersiniz diye…”
“Aptal insan! Ruhta DNA’mı arıyorsun? Genetik hastalığın ruh da
duracağını mı sanıyorsun? O çocuğu diğer milyarlarca ruhun bulunduğu
çöplüğe at! Bana vakit kaybettirme!”
“Tamam efendim…”
Profesörün ruhunun bulunduğu sanal kutuyu yöneticinin huzuruna
bıraktı. Yöneticinin odasından yerde sürünerek çıktı. Tedavi bölümüne doğru
giden sanal yürüyen yola girdi.
Yine denemişti, ama olmadı. Kurtarabildiği kadar ruh kurtarmaya
çalışıyordu, bir bahane bulmaya uğraşıyordu. Günün büyük bir kısmını eşi ve
çocuklarını aramakla geçiriyordu, ama duyduğu binlerce çığlığın içinde en
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
115
çok üzüldükleri daha hayatının başlangıcında Büyük Darbe’yi yaşayan ve
hayatını kaybeden çocuklardı. Onlara yaşama şansı verebilmek için elinden
gelen bütün bahaneleri kullanmıştı. Ama fayda etmiyordu. Dünyanın gerçek
sahipleri sadece işlerine yarayacak, belli bir bilgi birikimine sahip olan ve
fazla eğitilmesine gerek olmayan insanların ruhlarını istiyorlardı. Sadece
onlara yeni bir yaşam şansı sunulacaktı. Diğerlerinin hayatı onlar için
önemsizdi. Geride kalanlar sadece ruh çöplüğünün parçalarıydı. Tedavi
bölümüne vardı. Onun DNA’sına izin veren kapının içinden geçti ve kabinin
içine girdi. Havada oluşan sanal sedyeye yattı ve gözlerini kapadı.
Göz kapakları kapalıydı, ama dışarıdaki ışık değişimlerini fark
edebiliyor, çıkan sesleri duyabiliyordu. Tedavi kabininde gözlerini açması
yasaktı. O yüzden ne olduğunu, bedeninin nasıl bir işlemden geçtiğini
bilmiyordu; umurunda da değildi, sadece daha sağlıklı bir şekilde bu
kabinden çıkıp yapması gereken işi yapacaktı: önce biraz dinlenmek; bedenen
değil ama ruhen ve sonra eşini ve çocuklarını aramaya çıkmak.
Büyük Darbe, dünya efendiliğinin son yıllarında insanlığın yavaş yavaş
alıştırılmaya başlandığı bir kaderdi. İnsan, bunu binlerce yıl “Kıyamet” adıyla
bekledi. Bu dünyanın gerçek sahipleri, elipsoid yörüngesini 3600 yılda bir
tamamlayan bir gezegen üzerinde yaşamaktaydı ve gezegen dünyaya
yaklaştığında oluşan manyetik yoğunlaşma ve radyoaktif ışıma nedeniyle
bütün insanlığın yok olacağını biliyor ve buna hazırlık yapıyorlardı. O an
geldiğinde, bütün dünyayı kuşatan ve sadece kendilerinin kontrol edebildiği
bir fanusla bütün ruhları hapsettiler. Bunun üzerine de yine sadece onların
istedikleri zaman açılan bir gök kubbe inşa ettiler. İnsanlığın bütün
yaratımlarının ve yapıtlarının yok olmasını sabırla izlediler. Tıpkı
milyonlarca yıl insanlığın gelişemeyişini izledikleri gibi.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
116
Şimdi yeni bir dünya kurma zamanı gelmişti. Yeni bir dünyanın
tohumunu sadece seçtikleri ruhlara beden hediye ederek atacak ve onların
verdikleri ürünleri gözleyeceklerdi. Bir deneyin sonucunu bekleyen
gözlemcinin merakı gibi sadece merak ettikleri için miydi bütün bunlar?
Ses duyulmuyordu ve ışık değişimi yoktu. İşlemin tamamlandığını
anladı. Kabinden dışarı çıktı. Artık yepyeni bir bedeni vardı. Gözleri yine
keskinleşmişti. Ayak bileğindeki yaralar kaybolmuştu, ama yine tenine
dokunduğunu hissedemiyor, koku alamıyordu.
Kendisini dinlenme odasına götürecek sanal yürüyen yolda durdu.
Birkaç saniye içinde odasındaydı. Çocuğun ruhunun bulunduğu sanal kutuyu
diğerlerinin yanına koydu. Diğer kurtarmak isteyip de kurtaramadıklarının
yanına… Belki bir gün kurtarma şansı olur diye biriktirdiklerinin yanına…
Sanal ekrandaki düğmeye bastı o gün alması gereken besin miktarını
içeren bol lifli kek benzeri maddeyi yedi ve sıvıyı içti. Bütün bunlar bir
zorunluluktu, zira hiç tat almıyordu. Diğer düğmeye bastı ve açılan sanal
yatağına uzandı. Gözlerini kapadı. Eşini düşünmeye çalıştı. Artık
hatırlayamadığı, sadece ona bakışını anımsadığı eşinin yüzünü... Ağlamak
istedi, ama yapamadı. Uyuya kalmıştı.
Ertesi gün işini yapmak için tekrar dışarı çıktığında görülme ihtimali az
olan güneş harelerini bir süre izledi. Güneş hiç görülmüyordu, ama harelerini
bile görebilmek güneşi de bir gün görebileceği, sıcaklığını teninde
hissedebileceği inancını aşılıyordu ona.
Önündeki sanal ekranda titreşimleri ve bilgileri görüyor, iç kulağındaki
ne olduğunu bilmediği yonga benzeri bir madde ile de ruhların seslerini
duyuyordu. Birbirinin içine geçmiş binaların, ne olduğu, hangi canlılara,
insana mı hayvana mı ait oldukları bilinmeyen madde artıklarının içinde
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
117
samanlıkta iğne aramaya benziyordu yaptığı iş. Kendi gibi bu işi yapan
binlerce köle insan olduğunu duymuştu, ama hiçbiriyle karşılaşmamıştı.
Muhtemelen her bir köle insan başka bölgelere dağıtılmıştı ve iletişim
kurmaları istenmiyordu.
Aniden kulağına gelen bir sesle irkildi. Sesin geldiği yöne çevirdi
kulağını. Duyduğu onu şaşkınlığa düşürmüştü. Kalbi hızla çarpmaya başladı.
Bu duyduğu kendi ismiydi.
Sesin geldiği yere doğru koşmaya başladı. Madde artıklarına, çamura,
pisliğe bulanarak sesin kaynağına ulaştı. Ekrandan heyecanla sesin
kaynağının titreşimlerine baktı ve sesin sahibiyle konuşmaya başladı. Artık
hiç şüpheye yer yoktu. Bu, eşiydi.
Hemen bulduğu hazineyi sanal kutuya koydu ve yönetim binasına
doğru koşmaya başladı. Eşine beden kazandırmak için bütün gücüyle
koşuyordu.
Büyük koridorda koşarak ilerledi. Nöbetçi tarafından durduruldu.
“ İnsan, ne oldu? Bugün çok erkencisin. Hazine mi buldun?”
İlk defa gülerek, heyecanla ve dimdik ayakta cevap verdi:
“Evet, hemen içeri girmem lazım!”
“Beklemen lazım!”
Beklediği saniyeler, ona asırlar gibi geliyordu. Kalbi yerinden
fırlayacak gibi atıyordu.
“ İçeri girebilirsin, insan!”
İçeri girdiğinde yöneticinin önünde diz çöktü. Yöneticinin sağır eden
sesini duydu:
“Ne buldun da bu kadar erken geldin, insan? Nedir bu kadar acil olan?”
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
118
“Eşim efendim. Eşimi buldum ve size ona beden kazandırmak için
yalvarıyorum.”
Yönetici bir süre cevap vermedi. Her zamankinden daha yüksek bir ses
duyuldu:
“Onu gözlem masasına koy!”
Elleri titreyerek sanal kutuyu gözlem masasına yerleştirdi. Yöneticinin
sesi tekrar yankılandı:
“Yeterli değil insan! Ona bir beden verilemez! Şimdi onu al ve çöplüğe
götür!”
Köle insan eşine bir beden verilmesi için yalvardı, ancak yönetici kabul
etmedi. Çaresizce sanal kutuyu gözlem masasından aldı ve en azından bir gün
başarma olasılığı ile sanal çantasına yerleştirdi, sürünerek dışarıya çıkmaya
başladı. Tam dışarı çıkacakken yöneticinin sesiyle irkildi.
“ İnsan, buraya gel!”
Heyecanla geriye döndü. Kalbi heyecanla atıyordu.
“Buyurun efendim!”
“Ruhu masaya bırak ve git!”
“Ama…”
“Öncekiler gibi bunu da koleksiyonuna katmana izin veremem! Burası
oyun alanı değil! Onu biz ulaşamayacağın, dünyanın başka bir bölgesindeki
çöplüğe yollayacağız! Onu bırak ve çık!”
O an şimdiye kadar kendisinde hissetmediği bir güçle, sinirle ve hırsla
ayağa kalktı:
“Buna izin veremem!”
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
119
Umutsuzca yöneticinin üzerine saldırdı.
Yöneticiye ulaşamadan bedeni paramparça olmuştu.
İçini yakan bir sıcaklık hissetti.
Tenini gıdıklayan ılık bir rüzgâr…
Göz kapaklarını geçen bir ışık…
İçini mest eden güzel bir bahar çiçeği kokusu…
Binlerce kilo yük kaldırıyormuş gibi zar-zor açtı göz kapaklarını…
Uzun zamandır ilk kez ışık süzüldü göz kapaklarından içeri.
Ve güneşi gördü.
Bir öpücük kondu yanağına…
Ve yanında biri belirdi.
Bu, hayal meyal hatırladığı eşiydi.
Yepyeni bir dünyaya doğmuştu.
Yepyeni bir güneşe…
Ve yepyeni bir yaşama…
Eşinin sesinin duydu:
“Yaşamayı en çok sen hak ettin!”
“Yaşamımızı hak ettin!”
Engin Şenel
“SANRI”“SANRI”“SANRI”“SANRI”
Yunus YazıcıYunus YazıcıYunus YazıcıYunus Yazıcı
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
121
Bekleme salonunda oturmuş randevu saatimin gelmesini bekliyordum.
Odada benden başka beş kişi daha vardı. Siyah deri koltuklarda oturuyorduk.
Odanın psikiyatristin odasına yakın tarafında bir sekreter vardı. Bilgisayarına
odaklanmıştı. Muhtemelen ya sohbet ediyordu ya da şu yapacak bir şeyimizin
olmadığı, can sıkıntısından patlamak üzere olan bir bomba haline geldiğimiz
zamanlarda oynadığımız Solitaire oyununu oynuyordu. Ya da ikisini de
yapıyordu.
Sekreterin masasının sol tarafındaki beyaz telefon çaldı. Sekreter, sanki
çok önemli bir işi bölünmüş gibi gözlerini devirdi ve içine çektiği bütün
nefesi yanaklarını kabartarak dışarıya üfledi. Telefon hâlâ çalıyordu. Elini
telefona götürdü ve ahizeyi kaldırdı.
“Doktor Hasan Eroğlu… Buyrun.” dedikten sonra sustu. Gözlerini tekrar
devirdi ve telefonun sağ tarafında duran ajandayı önüne çekti. Ajandayı açtı
ve sayfaları hızlıca değiştirmeye başladı. Birkaç saniye sonra bir sayfada
durdu ve konuşmaya başladı.
“26 Ocak 2011 tarihi için randevu verebilirim ancak. O güne kadar bütün
seanslarımız dolu.”
Tekrar sustu ve dinlemeye başladı. Ben de o sırada odadaki diğer kişilere
bakmaya başladım. Dördü de kırklı yaşlarında gösteriyorlardı. Bir an için
böylesine gençken buraya geldiğim için utandım, ama hemen sonra bu
utancımın yersiz olduğu kanısına vardım. Bekleyenlerden üçü –benimle
birlikte- erkekti. Diğer ikisi de kadındı. Odanın karşılıklı duvarlarının
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
122
önündeki koltuklarda oturmuşlardı. Kadınlardan birisi evden getirdiği kitabı
okuyordu. Bayağı kalındı ve kitabın yarısından fazlasını okumuştu. Bir an
için okumayı kesti ve gözlüklerini düzeltip tekrar okumaya başladı. Onun
yanında oturan diğer kadın ise elindeki magazin dergisinin sayfalarını
değiştirmekle meşguldü. Sayfada yazılanları okuduğunu hiç sanmıyorum. On
yaşındaki bir çocuğun resimli kitabındaki resimlere bakmakla yetinmesi gibi
çeviriyordu sayfaları.
Kafamı kadınların karşısında oturan erkeklere çevirdim. Erkeklerden
birisinin elinde bir gazete ve bir kalem vardı. Muhtemelen bulmaca
çözüyordu. Arada sırada durup gözlüğüne dokunduktan sonra kalemiyle
gazeteye bir şeyler yazıyordu. Sanki cevapları gözlüğüne dokunuşuyla
buluyordu. Yanındaki adam ise uyuyordu. Kafası, sağ tarafına düşmüştü ve
arada bir kedi gibi hırıltılar çıkarıyordu.
Elimi cebime soktum ve telefonumu çıkardım. Saate baktım. 16.40…
Seansımın on dakika önce başlaması gerekiyordu. Ayağa kalktım ve
sekreterin masasına doğru yürümeye başladım. Telefonla görüşmeyi bitirmiş,
yine bilgisayarıyla meşgul olmaya başlamıştı.
Masanın yarım metre önünde durdum ve bana bakması için öksürür gibi
yaptım. Bana baktı.
“Bir sorun mu var beyefendi?” dedi.
“Seansımın on dakika önce başlaması gerekiyordu.” dedim. Neden
bilmiyorum ama mahcup bir tavır takınmıştım.
“İsminiz nedir?” dedi ajandayı tekrar önüne çekerek.
“Sinan Kaya.” dedim ve devam ettim. “Randevumun bugün olması
gerekiyordu. Acaba bir yanlışlık mı oldu?”
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
123
Sekreter hiçbir şey söylemeden ajandanın sayfalarında gezinmeye başladı.
Ben de o sırada masaya biraz daha yaklaştım ve bilgisayara baktım.
Gülümsedim. Gerçekten de Solitaire oynuyordu ve sohbet ediyordu.
Birkaç saniye sonra bir sayfada durdu ve bana baktı.
“21 Ocak 2011… Bir yanlışlık yok.” dedi. Konuşmasına devam edecekti
ki o sırada psikiyatristin odasının kapısı açıldı ve odadan birisi çıktı. Arkamı
döndüm ve odadan çıkan kişiye baktım. Gözleri kızarmıştı. Yanakları yaştı.
Elindeki mendili burnuna götürüp burnunu çekiyordu sürekli. Seanslarının
neden uzadığını ve seansımın neden geciktiğini şimdi anlamıştım. Kız,
odadan çıkar çıkmaz bekleme salonunun çıkışına doğru yöneldi. O sırada
sekreter odaya girdi. Birkaç saniye sonra çıktı ve beni çağırdı.
Yavaş adımlarla odaya girdim. Odanın yoğun bir havası vardı. Girdiğim
kapının sağında ve solunda kitaplıklar vardı ve hepsi de tıka basa doluydu.
Karşıda psikiyatristin masası vardı. Masanın arkasında neredeyse duvarın
tamamını kaplayan bir pencere vardı. Aslında orada duvar yoktu.
Buraya gelmeden önce –filmlerden gördüğüm kadarıyla- odada
uzunlamasına yatabileceğim bir koltuk olacağını düşünmüştüm. Ama yoktu.
Masanın önünde deri kaplamalı iki ahşap koltuk ve koltukların arasında bir
sehpa vardı. Sehpanın üzeri psikoloji, insan beyni, empati gibi konuları ele
alan dergilerle doluydu. Sehpanın alt kısmında ise National Geographic
dergileri vardı. Odanın sol tarafındaki kitaplığın bir buçuk metre önünde bir
koltuk daha vardı. Üç kişilikti…
Hasan Eroğlu, masasında duran deftere yazmayı bitirince bana baktı ve
ayağa kalktı. Elini uzattı bana doğru. Ben de elimi uzatıp sıktım bana doğru
yapmacık bir samimiyetle uzatılan o eli.
“Beklettiğim için özür dilerim.” dedi ve elini bıraktı.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
124
“Önemli değil.” dedim. Hoş, ne kadar önemli olsa bile bu cümleyi
söylerdim.
Üç kişilik koltuğu gösterdi. “Artık seansımıza başlayabiliriz.” dedi
gülümseyerek.
Koltuğa oturdum ve sol bacağımı, sağ bacağımın üzerine attım. İlk defa
geliyor olmama rağmen fazlasıyla rahattım. Belki de son zamanlarda
gerçeklikten uzaklaştığım için böyle hissediyordum. Artık neyin gerçek neyin
sanal olduğunu ayırt edemiyordum. Aslında son yaşadıklarımdan en
gerçekçisi şu anda içinde bulunduğum durumdu. Her şey yerli yerindeydi ve
gerçekliği bozan bir hiçbir şey yoktu.
“Gerçeklik üzerine korkular…” dedi gözlüğünü takıp dosyama bakan
doktor.
“Aslında,” diye girdim söze. “Gerçekle sanalı ayırt edememe…” dedim,
doktorun söylediklerini düzeltmeye çalışarak.
***
Otobüsten indim ve karşıya geçmek için kırmızı ışığın yanmasını
bekledim. Yaklaşık otuz saniye sonra arabalar, kırmızı ışığın yanmasıyla
beraber durdular. Yola adımımı attım ve okula doğru yürümeye başladım.
Benimle beraber onlarca kişi –öğrenci- de okula doğru yürümeye başladı.
Kampüs girişine geldiğimde cüzdanımdan çıkardığım okul kartımı
turnikeye okuttum ve geçtim.
Kaldırım taşlarından yapılmış yolda, fakülteye doğru yürümeye başladım.
Yürürken, dün çalıştığım konuları hatırlamaya çalıştım. Sınava bir gün kala
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
125
çalışmıştım. Aslında çalışmak denilmezdi yaptığım işe. Sadece formülleri ve
soru çözümlerini ezberlemiştim, ama sınav yaklaştıkça birer birer buhar
oluyorlardı.
Fakülteye girdiğimde herkesin telaşla girecekleri sınava hazırlandıklarını
gördüm. Son çırpınışlar diye düşündüm ve gülümsedim.
Sağdaki koridora girdim ve sınıfa doğru ilerlemeye başladım. Sol
kolumdaki saate baktım. 14.50… Sınavın başlamasına on dakika vardı.
Sınıfa girdim. Herkes yerini almıştı. Hoca beni görünce ayağa kalktı ve
oturmamı istediği yeri gösterdi.
Notlarımı hocanın masasına bıraktıktan sonra bana gösterilen yere
oturdum. Ceketimin cebinden kalemimi ve silgimi çıkardım.
Etrafa bakınmaya başladım. Herkes telaşlıydı. Birbirlerine sorular sorup,
aldıkları cevapları unutmamak için de defalarca tekrarlıyorlardı. Bende ise en
ufak bir telaşlanma belirtisi yoktu. Sınavımın kötü geçeceğini zaten
kabullenmiştim. Dün de zaten sırf sınavda boş kağıt vermemek için
formülleri ezberleyip birkaç soruya göz gezdirmiştim, ama bunların pek
faydalı olacağını da sanmıyordum.
Hoca, saatine baktıktan sonra sınıfın kapısını kapattı ve “Artık
başlayabiliriz.” dedi. Masasında duran sınav kağıtlarını asistanına uzattı ve
dağıtmaya başlamasını söyledi. Asistan da kağıtları alıp dağıtmaya başladı.
İki dakika sonra kağıt dağıtma işini bitirdi ve hocanın oturduğu masanın
sağ tarafında ayakta durmaya başladı.
Gözlerimi kağıda yönelttiğimde şaşırmıştım. Dört soru sormuştu ve hepsi
çalıştığım sorulardı. Gülümsedim ve kalemimi elime alıp soruları çözmeye
başladım.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
126
On dakika içinde iki soruyu da eksiksiz çözmüştüm. Üçüncü soruya
geldiğimde duraksadım. Gözlerimi kapattım ve soru için gerekli olan formülü
hatırlamaya çalıştım. Dün ezberlediğim formülleri tek tek gözümün önüne
getirdim.
Birkaç dakika daha düşündükten sonra formül parça parça aklıma
gelmeye başlamıştı. Gözlerimi açtım ve soruyu çözmeye başladım. Soruyu
bitirmeye yakın kağıdın alt kısmında kırmızı bir leke gözüme çarptı. Lekeye
baktım. Sol elimin işaret parmağını lekeye sürttüm. O sırada burnumdan
dudaklarıma inen bir sıcaklık hissettim. Kalemi bırakıp elimi burnuma
götürdüm. Kanıyordu. Hemen ayağa kalktım, ama bu ani hareketimden
dolayı halsiz düştüm ve etraf kararmaya başladı. Elimle, oturduğum yeri
bulup tekrar oturdum.
“Hocam!” diye bağırdım ama sesim bir garip çıkmıştı veya bir garip
duymuştum çıkan sesi. Kulaklarım çınlamaya başladı. O sırada sol omzuma
birisinin dokunduğunu hissettim. Büyük olasılıkla hocamdı ve büyük
olasılıkla bana iyi olup olmadığımı soruyordu; ama ben ne görebiliyor, ne de
duyabiliyordum. En sonunda halsizliğim daha da arttı ve başımın dengesini
sağlayamaz oldum. Son hissettiğim şey başımın sıraya vurmasıyla duyduğum
acıydı.
***
Otobüse binmek için pasoyu turnikeye okutup durağın ortasına kadar
yürüdüm. İş çıkışı olduğu için durak kalabalıktı. İnsanlar otobüste
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
127
oturabilmek için birbirlerini ezmeyi göze alarak otobüse binmeye
çalışıyorlardı.
Kalabalığın arkasına geçtim ve beklemeye başladım. Önümüzdeki otobüs
tıka basa dolmuştu ama yine de duraktaki bazı insanlar bu durumu göz ardı
edip otobüse binmeye çalışıyorlardı. En sonunda şoför kapıları kapattı ve
otobüs hareket etmeye başladı. Yaklaşık otuz saniye sonra da boş bir otobüs
önümüzde durdu ve kapılarını açtı. İnsanlar, sanki önceki otobüste olan ezme
teşebbüslerini ve bunun karşısında yaşanan ezilme tehlikesini
görmemişlercesine yine otobüse ezme teşebbüslerinden kaçınmayarak
binmeye başladılar. Koltuklar, kapının açılmasından on saniye sonra
dolmuştu. Ama önemli değildi. Ayakta da gidebilirdim.
Önümdeki insanlar da otobüse binince ben de adımımı attım otobüsün
içine. Önceki otobüse göre fazla kalabalık değildi. Kapı kapanmadan hemen
önce sınıf arkadaşlarım bindi otobüse ve cam kenarında yanıma geçtiler.
“Merhaba.” dedi Gülay, gülümseyerek.
“Merhaba.” dedim ben de gülümsemeye çalışarak. Sağ tarafıma Gülay,
sol tarafıma Ahmet geçmişti. Önümde de Fatih vardı. Otobüs hareket etmeye
başladı.
“Sınavınız nasıl geçti?” dedi Gülay, “Benimki kötü geçti” der gibi bir
bakışla.
“Benim iyi geçti.” dedi Fatih, Gülay’a doğru sırıtarak.
“Benim de ortaydı.” dedi Ahmet. Halinden anlaşılıyordu sınavının
beklediği gibi geçmediği.
Cevap verme sırası bana gelmişti. “Benim de orta…” dedim cevap verme
zorunluluğunu kendimde hissederek.
“Zordu.” dedi Gülay. Kendisini teselli etmeye çalışıyordu.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
128
“Bence kolaydı.” dedi Fatih, Gülay’ı daha da sinirlendirmek için.
Ahmet ve ben ise cevap vermedik. Aklıma bir şey takılmıştı. Sınavda
bayılmıştım, ama kimse bundan söz etmemişti. Sınav sorularından başka bir
şey konuşmuyorlardı. Oysaki sınavda birisinin fenalaşması veya olay
çıkarması, bir numaralı sohbet konusudur her zaman. Belki de moralimin
daha da bozulmasını istemedikleri için bu konudan hiç söz etmiyorlardı. Ve
kesinlikle bu benim işime geliyordu. En son isteyeceğim şey birilerinin
benim sorunlarım hakkında konuşmasıydı.
***
Sabah telefonumun sesiyle uyandım. İlk önce açmak istemedim, fakat
telefon ısrarla çalmaya devam ediyordu. Yatağımdan kalktım ve masamın
üzerinde duran telefonu elime aldım. Arayan Mehmet’ti. Gözlerimi
ovaladıktan sonra açtım telefonu. “Efendim.” dedim, uykulu bir sesle.
“Sinan, nasılsın?”
“İyiyim.” dedim esnedikten sonra. “Sen nasılsın? Neler yapıyorsun
bakalım?”
“Hiç ya… Orada burada takılıyoruz.” duraksadı. “Sen ne yapıyorsun?”
“Ben de ne yapayım ya, öyle sınavlarla uğraşıyorum.”
“Sesin bir garip geliyor. Yeni mi kalktın?”
“Evet. Sen aradığında uyuyordum.” Kendisini suçlu hissetsin diye
cümleye vurgu yapmıştım.
“Bu saate kadar uyuyacağını düşünemedim.” dedi. İşe yaramıştı. Ama
saatin nesi vardı ki? Kafamı yatağın karşısındaki duvarda asılı olan saate
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
129
çevirdim. 13.46… Şaşırmıştım. Normalde hiç bu kadar uyumazdım.
“Yorgundum.” dedim ve devam ettim. “Hayrola, sen pek aramazdın.”
“Ya bizimkilerle konuştum da. Buluşma kararı aldık.”
“Ne zaman?”
“Bugün… Saat üçte, Metroport’ta buluşacağız. Gelecek misin?”
Cevap vermeden önce düşündüm. Aslında uyumaya devam etmek
istiyordum, ama artık uykudan eser kalmamıştı ve canım da çok sıkılıyordu.
“Tamam.” dedim. “Orada görüşürüz.”
***
Metroport’a girdiğimde X-Ray cihazından geçerken ötmesin diye
anahtarımı ve telefonumu X-Ray cihazının yanında duran bölmeye koydum
ve X-Ray cihazından geçtim. Görevli, ben geçtikten sonra telefonumu ve
anahtarımı bana uzattı. Eşyalarımı aldıktan sonra yürüyen merdivene doğru
ilerlemeye başladım.
Kalabalıktı. Cumartesi ve pazar günlerinde hep kalabalık olurdu burası.
Daha önce hiç duymadığım bir müzik çalıyordu alışveriş merkezinde ve
alışveriş merkezinin ortasında yer alan su, müzik eşliğinde, gökkuşağı
renklerine bürünerek dans ediyordu.
Herkes, suyun dans edişini seyrediyordu. Bazıları da bu anı
ölümsüzleştirmek adına fotoğraf ve video çekiyordu. Ben de suyun dans
edişini seyrederek üçüncü kata çıktım. Üçüncü kata çıktığımda bizimkileri
aramaya koyuldum hemen. Saatime baktım. 15.10… Gecikmiştim. Alışveriş
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
130
merkezinin eğlence salonuna girdim. Bir dakika daha aradıktan sonra okey
oynarken buldum onları. Hızlı adımlarla yanlarına gittim.
“Merhaba.” dedim gülümseyerek.
“Ooo…” dedi Mehmet. Söylediği ifadeden ve yaptığı mimiklerden ‘Geç
kaldın oğlum’ demeye çalıştığı çok rahat anlaşılıyordu.
“Hoş geldin.” dedi Damla, ıstakasından bir taş alıp Mehmet’in önüne
koyarak. Mehmet ise birkaç saniye düşündükten sonra Damla’nın verdiği taş
yerine ortadan bir taş aldı. Ama bu taşın da işine yaramadığı belliydi ki
hemen Özge’nin önüne atıverdi.
“Hoş geldin.” dedi Özge. Biraz geç tepki vermişti ama olsun.
“Hoş bulduk.” dedim ve Mehmet’in karşısında oturan Korkmaz’ın yanına
bir sandalye çekip oturdum. “Diğerleri nerede?” dedim, İlkay, Gülenay ve
Emel’i kastederek.
“Onlar gelmeyeceklermiş.” dedi Damla ve Damla’nın kaldığı yerden
Mehmet devam etti. “Gülenay gelebilirmiş.” dedi. Bu sırada birbirlerine taş
verip duruyorlardı.
Korkmaz’ın ıstakasına baktım. Tek taşa kalmıştı. Kırmızı dört…
“Kaç eldir tek taş bekliyorsun?” dedim, Korkmaz’a doğru sırıtarak.
“Yedi el oluyordur.” dedi.
Tekrar sırıttım.
Birkaç dakika sonra Damla, ortaya kırmızı dört atarak “Bittim.” dedi ve
ıstakasını bize doğru çevirip gösterdi.
“Sen niye geç kaldın lan?” dedi Mehmet, ortaya atılan taşları toplamaya
başlayarak.
“Trafik vardı.”
O sırada Gülenay, “Ben geldim.” diye bağırarak masamızın yanına geldi.
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
131
Hep bir ağızdan “Hoş geldin.” dedik.
Korkmaz, oyundan sıkılmış olmalıydı ki ayağa kalkarak, “Gel Gülenay,
biz tavla oynayalım.” dedi ve yerini bana bırakıp arkamızdaki masaya oturdu.
Gülenay da “Olur.” dedi ve Korkmaz’ın karşısına geçti.
Ortadaki taşları topladıktan sonra Mehmet, taşları bize dağıtmaya başladı.
“Eee, nasıl gidiyor?” dedi, taşları dağıtırken.
“İdare ediyoruz işte.” dedim, Mehmet’in bana verdiği taşları ıstakama
dizerken.
“Sınavın nasıl geçti?” dedi Özge, önüme bir taş koyarak. Kırmızı altı
atmıştı ve işime yarıyordu. Hiç beklemeden aldım taşı ve ıstakamdaki kırmızı
üç, dört, beş serisinin yanına yerleştirdim.
“Pek iyi geçti denilemez.” dedim, mavi dördü Damla’nın önüne koyarak.
“Çalışmadın yine değil mi?” dedi Mehmet. Istakasındaki taşları
düzenliyordu.
“Yok, ondan değil…” dedim ve taşlarımı düzenlemeye başladım. İlk elde
tek taşa kalmıştım. Üç üçlü, bir dörtlü vardı. Kırmızı iki veya yedi gelirse
bitecektim veya bir okey gelse de bitebilirdim. Üçlülere gelecek uygun
taşlarda da bitebilirdim. Kırmızı on iki, kırmızı bir ve kırmızı on bir…
Şaşırmıştım. Sürekli kırmızıya denk geliyordum.
“O zaman sınavın neden kötü geçti?” dedi Damla, yarım kalmış
cümlemin devamını merak ederek.
O sırada Özge, önüme bir taş bıraktı. Gülümsedim. Kırmızı yedi gelmişti
ve bu taş –sonradan fark etmiştim. Aslında okeyin siyah on bir olduğunu
sanıyordum- okeydi. Hiç beklemeden aldım taşı ve “Bittim.” dedim, ıstakayı
onlara doğru çevirerek.
“Şans.” dedi Damla, ıstakasındaki taşları masaya dökerek.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
132
“Ya aslında çok az çalışmıştım. Sınavda da çalıştığım yerlerden sorular
geldi.” duraksadım. “Ama sınavın ortasında bayıldım.”
Şaşırmalarını bekliyordum ama hiç tepki vermediler. Yüzüme bile
bakmadılar. Şaşıran taraf ben olmuştum. Ben burada bayılmaktan söz
ediyordum, ama benim bu söylediklerimle ilgilenmek yerine ortadaki taşları
toplamaya çalışıyorlardı.
“Duymadınız galiba!” dedim biraz daha yüksek sesle.
“Neyi Abi?” dedi Mehmet. Hâlâ bana bakmıyorlardı.
“Sınavda bayıldığımı söyledim.”
“Duyduk onu.” dedi Özge. Taşları topluyorlardı hâlâ.
“Hiç tepki vermediniz.” dedim sertçe. Garip bir şeyler oluyordu.
O sırada Mehmet bana baktı ve elini burnuna götürdü. “Burnun kanıyor
Sinan.” dedi.
Burnumdan aşağı inen bir sıcaklık hissettim.
***
Sabah, burnumdan gelen bir sıcaklıkla uyandım. Elimi burnuma
götürdüm ve burnumun kanadığını fark ettim. Yorganı üzerimden atıp
lavaboya doğru koşmaya başladım. Kan halılara dökülmesin diye elimi
burnumun altında tutuyordum.
Banyoya girdim ve lavaboya eğilip musluğu açtım. Ben burnumdaki kanı
temizlerken, annem banyonun kapısını açarken çıkardığım gürültüyle
uyanmış olacak ki “Sinan?” diye bağırdı. Ben hâlâ burnumdaki kanı
temizliyordum. Banyoya geldi ve “İyi misin?” dedi.
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
133
Kanama kesilmişti. Elimi yüzümü yıkayıp havluyu elime aldım ve
kurulandım. Burnumun açılması için sertçe nefesimi çektim.
“İyiyim.” dedim anneme bakarak. “Sadece burnum kanadı.”
Annem iyi olduğuma ikna oldu ve o da elini yüzünü yıkadı.
Kurulandıktan sonra mutfağa girdi. Ben de o sırada odama girmiştim.
Yatağın karşısında asılı olan saate baktım. 10.45… Derin bir nefes çektikten
sonra yatağıma oturdum. Ne garip bir rüya görmüştüm öyle. Bilinçaltının bir
oyunu diye düşündüm. Tam da arkadaşlarımla buluşacağım bir günde
görmüştüm rüyayı.
Kahvaltımı yapıp hazırlandıktan sonra otobüse binmek için durağa gittim.
Gördüğüm rüyayı düşünmemeye çalışıyordum, ama aklımdan bir türlü
çıkmıyordu. Ben rüyamı düşünmemek için savaş verirken otobüs geldi ve
bindim.
Kendime boş bir yer aradım ama yoktu. Cam kenarına geçtim ve
cebimden kulaklığımı çıkardım. Rüyamı unutmamın tek yolu bu gibi
görünüyordu. Kulaklığı kulağıma taktım ve rastgele bir müzik açtım.
Metroport’a girdiğimde X-Ray cihazından geçmeden önce telefonumu ve
anahtarımı yandaki bölmeye bıraktım. Cihazdan geçtikten sonra da
bölmedeki eşyalarımı alıp yürüyen merdivenlere doğru ilerledim.
Saatime baktım. 13.10… Geç kalmıştım. Rüyadaki gibi… Ama geç
kalmamda geç uyanmam etkili olmuştu. Rüya ile bir ilgisi olamazdı.
Yürüyen merdivenlere bindim ve yukarı doğru çıkmaya başladım. Etraf
pek kalabalık değildi. Biraz olsun rahatlamıştım. Müzik ve müzik eşliğinde
dans eden su da yoktu. Bu da iyiydi.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
134
Üçüncü kata çıktım ve arkadaşlarımı aramaya başladım. O sırada
telefonum çaldı. Arayan Mehmet’ti.
“Neredesin oğlum!” dedi telefonu açar açmaz.
“Metroport’tayım. Siz neredesiniz?”
“Eğlence salonunda oturuyoruz.”
“Tamam, geliyorum hemen.”
Telefonu kapatıp cebime koydum ve eğlence salonuna girdim. Kafede
oturmuş sohbet ediyorlardı. “Merhaba.” dedim mahcup bir tavırla.
“Hoş geldin.” dediler hep bir ağızdan. Rüyamdaki gibi Emel ve İlkay
hariç herkes buradaydı. Tek fark, Gülenay’ın benden önce gelmiş olmasıydı.
Biraz olsun rahatlamıştım. Kendime bir sandalye çekip Mehmet’in yanına
oturdum.
“Geç kaldın.” dedi Özge, beni sorgularcasına.
“Trafik vardı.” dedim.
Birkaç saniye sessizlik oldu. Yaklaşık on saniyenin ardından sessizliği
bozan Mehmet oldu.
“Eee… Ne yapalım?”
“Bowling oynayabiliriz.” dedim bowlingi göstererek.
“Sonra oynarız ya onu.” dedi Özge.
“Tamam o zaman okey oynayalım.”
“Altı ki şiyiz.” dedi Gülenay ve devam etti. “Birisi benimle tavla oynasın.
Diğerleri de okey oynasın.”
İçimi yine bir huzursuzluk sarmıştı. Korkmaz’ın Gülenay ile tavla
oynamasından korkuyordum. Rüyamdaki gibi… Neyse ki Gülenay’la tavla
oynamayı kabul eden Damla oldu. Yine rahatlamıştım.
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
135
Okey oynayacağımız masaya geçtik ve taşları dizmeye başladık. Ben,
Mehmet’in karşısına oturdum. Hep aynı takımda olurduk. Korkmaz sağımda,
Özge de solumda oturuyordu. Damla ve Gülenay ise arkamızdaki masaya
oturdular.Taşları dizdikten sonra Korkmaz zarı atıp taşları dağıtmaya başladı.
Taşları ıstakama dizdiğimde yine bir rahatlama sardı içimi. Rüyamdaki
taşlarla alakaları yoktu. Gülümsedim. Gülümsememi gören Mehmet
konuşmaya başladı.
“Elin iyi galiba.”
“Hayır ama kafam iyi.” dedim ve hep beraber güldük.
Taşları dizdikten sonra Özge’nin önüme koyduğu taşa baktım. Siyah altı
atmıştı, ama işime yaramıyordu. Ortadan bir taş çektim. Mavi yedi geldi. Bu
da işime yaramıyordu. Korkmaz’ın önüne koydum taşı. Rüyamdaki kadar
şanslı olsaydım iyiydi. Şu anda elim çok kötüydü.
Sıranın bana gelmesini beklerken yan tarafımızdaki bowling salonuna
baktım. Aramızda bir cam vardı.
“Okulun ne zaman bitiyor Sinan?” dedi Özge, taşı önüme bırakarak.
Turuncu sekiz atmıştı. Bu da işime yaramıyordu.
“Haftaya bitiyor.” dedim ortadan bir taş alarak. “Sınavlarımız daha
bitmedi.” Siyah beş gelmişti. Bu biraz da olsa işime yarıyordu. Taşı, siyah
dördün yanına koydum. Siyah iki, dört ve beş tamamdı. Siyah üç de gelirse
elim biraz olsun düzelebilirdi. İşime yaramayan mavi sekizi Korkmaz’ın
önüne bıraktım.
“Sizin bitti mi?” dedim, Korkmaz’ın mavi sekizi almasını izlerken.
“Benim bitti.” dedi Mehmet, Korkmaz’ın attığı taşı alarak.
“Benim de bitti ama bütünlemeye kalıcam büyük olasılıkla.” dedi Özge.
Korkmaz da “Aynen.” diyerek aynı durumda olduğunu ifade etti.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
136
“Sınavların nasıl gidiyor?” dedi Özge turuncu dördü önüme koyarak.
Ortadaki taşlara doğru uzandım ve bir taş aldım. Siyah üç… Gülümsedim.
Taşı hak ettiği yere koydum ve Korkmaz’ın önüne turuncu biri attım.
“Pek iyi gittiği söylenemez.” dedim, Özge’nin sorusuna cevap olarak.
“Neden?”
“Bilmiyorum. Aslında düne kadar her şey iyi gidiyordu.” Bayılma olayını
anlatmaya karar vermiştim. Yoksa günün her dakikası, yaşanan olayları
rüyama bağlayıp duracaktım.
“Kötü mü geçti sınavın?”
“Evet.” Ama nasıl söyleyeceğimi bilemedim. Daha önce hiç
bayılmamıştım ve dolayısıyla da kimseye bayıldığımı söylememiştim.
“Çalışmadın değil mi?” dedi Özge, önüme bir taş koyarak. Turuncu on
bir… İşime yarıyordu. Hiç vakit kaybetmeden aldım ve diğer on birlerin
yanına koydum.
“Çalışmadın değil mi?” diye tekrarladı Özge.
Tam cevap verecektim ki Mehmet girdi araya.
“Bayıldığını söyledi ya.” dedi sert bir şekilde.
Şaşkın gözlerle Mehmet’e baktım. “Hayır söylemedim.” dedim ortada
neler döndüğünü anlamaya çalışarak.
“Evet söyledin.” dedi ve devam etti. “Az önce söyledin.”
“Söyleseydim bilirdim.”
“Ben de duydum.” dedi Korkmaz, Mehmet’i tasdikleyerek.
Istakayı, masaya devirdim. Taşlar masaya dağıldı. Gözlerimi Mehmet’ten
alıp masaya dağılan taşlara diktim. Oyunda elime gelen taşların hiçbirisi
kırmızı olmamasına rağmen ıstakadan masaya dağılan taşların hepsi
kırmızıydı.
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
137
Ayağa kalktım birden. Onlar da benimle birlikte ayağa kalktı. Korkmaz,
eliyle yüzümü işaret etti. “Burnun,” dedi. “Kanıyor.”
***
Gözlerimi açtığımda kendimi küçük bir odada, bir sedyenin üzerinde
buldum. Yanımda hocalarım vardı. “Ne oldu?” dedim kalkmaya
çalışarak.
“Bayıldın.” dedi hocam. “On beş dakikadır baygınsın.”
Sedyenin üzerinde doğruldum ve ayaklarımı aşağı saldım. Başımı
ellerimin arasına aldım.
“İyi misin?” dedi bir başka hocam.
“İyi sayılırım.”
“Hasta falan mıydın?”
“Hayır.” dedim ayağa kalkarak. “Birden bire oldu.”
Omzumu tuttu.
“Biraz daha dursan iyi olur veya seni hastaneye götürelim en iyisi.”
“Yok.” dedim, hocanın kolundan kurtularak. “Eve gidip dinlenirsem bir
şeyim kalmaz.”
Sedyenin baş kısmında duran ceketimi aldım ve giydim. Belli ki ceketimi
yastık olarak kullanmışlardı.
“İstersen sınavını tekrarlayabiliriz.”
“Gerek yok hocam. Zaten yapabileceklerimi yapmıştım.”
“Sen bilirsin.”
Kapıya doğru yöneldim. “Teşekkür ederim.” dedim ve odadan çıktım.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
138
Okulun çıkışına doğru ilerlerken son yaşadıklarımı düşünüyordum.
Yaşamadıklarımı mı demeliydim? Aklım çok karışıktı. Ne olmuştu da
böylesine şeyler başıma gelmişti?
Okuldan çıkıp yolun karşısına geçmek için yola adım attım ve yürümeye
başladım. Hâlâ aklımdaki karışıklıkları çözmeye uğraşıyordum. En iyisi bir
psikiyatriste gitmekti. Yoksa bu sorunum beni delirtebilirdi.
***
Psikiyatrist, konuşmamı sürekli bölüp, sorular sorup, aldığı cevapları
defterine yazdıktan sonra tekrar beni dinlemeye koyuluyordu. Arada bir
gözlüğünü çıkarıyor, temizliyor ve tekrar takıyordu. Ben de başımdan
geçenleri anlatırken odayı ve psikiyatristin hareketlerini inceliyordum.
Olağandışı bir şey yoktu. Kitaplıktaki kitaplar, sehpanın üzerinde duran
dergiler, psikiyatristin hareketleri… Hiçbirisi gerçekliği bozmuyordu.
“Yani, çeşitli sanrılar sonucunda gerçek ve sanal olan birbirine girdi.”
“Evet.”
Tekrar defterine birkaç cümle yazdı.
“Ve bunlar fizik sınavında başladı öyle mi?”
Kafamı doktora çevirdim. “Size, sınavın fizik dersinden olduğunu
söylemedim.” dedim ve ayağa kalktım.
Notlarına baktı. “Söylemişsiniz.” dedi.
“Hayır. Söylemedim. Söylememeye özen göstermiştim.”
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
139
Masaya yaklaştım, adama daha yakından bakmak için. O sırada gözüm
deftere kaydı. Geri çekildim. Yazıların hepsi kırmızıydı. Elimi burnuma
götürdüm. Kanıyordu…
“SU KORKUSU”“SU KORKUSU”“SU KORKUSU”“SU KORKUSU”
Gökcan Gökcan Gökcan Gökcan Şahinahinahinahin
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
141
Yusuf Karamanlı kendini bildi bileli korkak bir adamdı. Boğulmaktan,
kapalı alanlardan, örümceklerden, köpeklerden, arılardan, yılanlardan,
sivrisineklerden, hastalıktan, en önemlisi insanlardan korkardı. Diğer
korkuları hayatına pek bir etkide bulunmuyordu, ama aşırı düzeydeki sosyal
fobisi Yusuf’u yapayalnız bir adam yapmıştı. Okul onun için yıllar süren bir
Çin işkencesi olmuştu bu yüzden. Üniversitede çoğu zaman derslere
gitmemiş, gittiği zaman da sınıfın en ıssız köşesine kıvrılmıştı. Şimdi otuz
yaşında bir Web tasarımcısıydı ve parasını bilgisayarından çıkarıyordu.
Başakşehir’de, bir sitenin on katlı apartmanında, en üst kattaki stüdyo dairede
tek başına yaşıyor, her işini bilgisayar üzerinden hallettiğinden hemen hemen
hiç dışarı çıkmıyordu.
Yusuf, ona bolca korkaklık geni aktardıkları için içten içe nefret
duyduğu ama bunu hiçbir zaman sezdirmediği annesi ve babasının
hükümranlığından ayrılalı on seneden fazla oluyordu. Karşılarında
utanmadığı, varlıklarından çekinmediği tek insanlardı. Ancak, Ankara’da
yaşıyor olmaları Yusuf’un onlarla da seyrek görüşmesine neden oluyordu.
Bir hafta önce oğullarının yanına gelmiş, durumunu bildikleri halde
hâlâ neden evlenmeyi düşünmediğini defalarca sormuş, biraz sevgi gösterip,
biraz huzursuzluk verip, Yusuf’un zihninde nötr tatlar bırakarak gitmişlerdi.
Yusuf onların gerçekten yaşlandıklarını, bilinçli olarak ilk kez fark
etmişti. Neyse ki kendisi henüz yaşlanmaktan korkmuyordu. Onun için
‘zaman’ geçmesi zor bir şeydi. Hayat sıkıcı ve tekdüzeydi. Evinin içinde
hapsolmuş, varlığından haberdar olan kişilerin bile iki elin parmaklarını
geçmediği bir adamdı Yusuf… Yaşlanmaktan neden korksundu ki?
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
142
* * *
Sabah her zamanki gibi tam dokuzda uyandı. Günlerden pazardı.
Önceki gece Okan Bayülgen’in programını izlemiş, gece saat üçte ancak
uyumuştu. Ama biyolojik saati, ne zaman yatarsa yatsın onu tam dokuzda
uyandırırdı. Çalar saati olmadan hep aynı saatte uyanabilmek bir yetenekse,
Yusuf’un en azından bir yeteneği vardı.
Yatakta on dakika kadar tavana bakarak uzandı. Gördüğü rüyaları
hatırlamaya çalıştı. Uyandığı an hatırladığı bazı ayrıntıları sadece birkaç
saniye içinde unutmuştu. Bu, ani unutma durumu her zaman ilgisini çekerdi.
Dış dünyadan çok, içsel dünyayla ilgilendiği için bu durum üzerine saatlerce,
günlerce düşünebilir; hatta hakkında kısa bir öykü ya da bir düşünce yazısı
bile yazabilirdi.
Rüyasını hatırlayamayınca yatağın tahtalarını gıcırdatarak hızla
doğruldu. Bir an anne babasının hâlâ evde olup olmadığını hatırlayamadı,
ama uzun bir esnemeden sonra önceki günün tüm ayrıntıları zihninde belirdi.
Apartmanın dış kapısına kadar kendisi geçirmişti onları.
Ayağına terliklerini geçirdi. (Yazın en sıcak gününde bile, sabah
kalktığında o terlikleri giyerdi.) Tuvaletin yolunu tuttu. Klozete varana kadar
zerre idrar yapma isteği yoktu ve oraya otomatikman gitmişti. Buna rağmen
uzun uzun işedi. Sonra elini yüzünü de aynı uzunlukta yıkadı. Annesinin yeni
hediye ettiği pembe havluyla kurulandı. Eski havlusundan on kat yumuşaktı.
Banyodan çıktıktan sonra, diline takılmış bir türkü melodisiyle dış
kapıya yollandı. Kapıyı açıp, tokmağına asılmış poşeti içeri aldı. Bunu o
kadar seri yapmıştı ki kapının açık kaldığı süre bir nefes almalık süreden bile
kısaydı. Apartman içinde birine rastlamaktan kaynaklanan korkunun
sonucuydu bu da. En üst katta oturarak bu riski en aza indirmiş olsa bile…
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
143
Poşette bir ekmek ve bir Hürriyet gazetesi vardı. Kapıcıya verdiği
talimat doğrultusunda her sabah bu poşet kapısında asılı olurdu. Yusuf başka
bir şey isteyeceği zaman -yine utana sıkıla- kapıcıyı arayıp cılız bir sesle
haber verirdi.
Bu pazar günü Hürriyet’in içinden yine saatlerce bakılabilecek materyal
çıkmıştı. Pazar eki, Keyif eki, çocuk gazetesi, bulmaca gazetesi, on tane
reklâm broşürü falan filan.
Gazeteyi ve ekmeği alıp mutfağa geçti. Buzdolabından bir parça sucuk,
üç yumurta ve yağ çıkardı. Pazar menüsünün değişmezi olan sucuklu
yumurtası pişer, çayı da demlenirken dilinde yine aynı türkü vardı. Babası
geldiğinden beri birkaç kez türkü kanallarında dinlediği -daha doğrusu
dinlemek zorunda kaldığı- bir parçaydı bu. “Sevmem, sevmem” diye bir
nakaratı vardı ki dile takılmakla kalmıyor, insanın bilinçaltına işliyordu.
Mis kokan sucuklu yumurtasını, peynir-zeytin-reçel üçlüsünün
eşliğinde mutfak masasına koydu. Buharı tüten çayını ince belli bardağına
doldurdu. Sandalyesine oturup ekmeğini parçalarken o an için mutlu bir adam
olduğunu düşünüyordu. Gerçi bu kahvaltı menüsünü güzel bir hanımla
paylaşıyor olsa çok daha mutlu olacaktı, ama bu düşüncenin hâkimiyet
kurmasına izin vermedi. Dünyadaki tek yalnız adam kendisi değildi ya.
Çayından ilk yudumunu almak için bardağı kaldırdı ve dudaklarına
yaklaştırdı. O an daha önce hiç tecrübe etmediği bir şey oldu. Daha doğrusu
yalnızken tecrübe etmediği bir şey. Başka birinin yanında yemek yemek
Yusuf için ölüm demekti. Çatalı ağzına götüremez, bardağı eli titremeden
tutamazdı. Üstelik öyle kızarır bozarır, öyle terlerdi ki asılmak üzere olan bir
idam mahkûmundan farkı olmazdı. Şimdi kimsenin yargılayıcı gözleri
olmadan kahvaltı yapmaktaydı ve rahat olması gerekiyordu ama nedense öyle
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
144
değildi. Bardağı ağzına götürürken her zaman olduğundan bile daha fazla
tedirgin oldu. Öyle ki çayın buharını yüzünde hissedemeden bardağı
bırakmak zorunda kaldı.
Kalbi küt küt atıyor, koltuklarının altından sular damlıyordu. Titreyen
elini alnına götürdü ve damla damla terini sildi. Daha önce hiçbir zaman bu
kadar sert bir tepki vermemişti bedeni.
Derin bir nefes aldı ve bu kez ekmeğe götürdü elini. Bir parça alıp
yumurtaya bandırdı ve nefesini tutarak ağzına götürdü. Lokmayı çiğnerken
rahat bir nefes aldı. Hiçbir şey olmamıştı.
Kalbinin gümbürtüsü yavaşlarken, buharı rastlantısal şekiller çizerek
yükselen çayıyla bir kez daha göz göze geldi. İnsanlık için küçük ama kendisi
için büyük bir cesaret gösterisi yaparak tuttu bardağın üst kısmından. Eli
hafifçe titriyordu, ama deminki olağanüstü durumun bir artçısıydı bu. Bardağı
kendine yaklaştırırken gözleri irileşti. İşte yine oluyordu. Bardak, ona
yaklaştıkça bedeni daha fazla adrenalin salgılıyor, vücut dengesi
bozuluyordu. Bu kez fazla direnmeden bıraktı bardağı.
Sandalyeden kalktı. Mutfakta iki volta attı. Pencereden dışarı baktı. Bol
yeşillikli bir manzarası vardı burasının. Sitenin en uçtaki binasındaydı ve
mutfak penceresi koskocaman bir boşluğa bakıyordu. Henüz inşaata
açılmamış kocaman yeşillik alanlar ve E5’ten bile geniş tutulmuş, oysa tek
tük araçların geçtiği asfalt yollar…
Gökyüzü bu manzaranın en önemli parçasıydı. Mutfak penceresinden
ziyade, binanın yan cephesindeki geniş balkonun gök manzarası muhteşemdi.
Yusuf, önceki sene internetten kaliteli bir teleskop satın almıştı. Ara sıra
amatör gözlemcilik yapıyordu. Başlardaki hevesi pek kalmasa da canı
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
145
sıkıldıkça en ufak bir korku duymadığı tamamen sadık dostları olan yıldızları
gözetlemekten büyük keyif alıyordu.
Mutfak penceresinden biraz daha rahatlamış şekilde ayrıldı. Bu
rahatlama, ağzının fena halde kuruduğunu hissetmesiyle yerini susama
hissine bıraktı. Genelde yemeğin ortasında su içmezdi ama bugün
alışkanlıklarını düşünecek halde değildi. Tezgâhın üzerindeki yarı dolu
sürahiden bir bardak su koydu kendine.
* * *
Henüz eline bile almamıştı bardağı! Sadece bakmıştı, sadece içmeye
niyetlenmişti, sadece düşünmüştü. Ve gene olmuştu, gene o panik duygusu
onu allak bullak etmişti. Suydu yahu korktuğu; insanın en büyük ihtiyacı,
vücudun yüzde yetmişini mi seksenini mi ne oluşturan madde, dünyanın
dörtte üçünü kaplayan şey! Su! Banyodan nefret eden bir kedi gibi, kuduz
hastalığına tutulmuş bir köpek gibi korkuyordu sudan. Ağzı dili kupkuru
olmasına rağmen, şu an acilen içmeye gereksinmesine rağmen korkuyordu.
Sudan, çaydan, buzdolabındaki sütten, önceki akşamdan kalma içilmemiş
biradan, hepsinden korkuyordu. Sıvı ne varsa, içmeye yeltenebileceği ne
varsa deli gibi korkuyordu.
Bir parmak boyu uzamış kıvırcık saçlarına daldırdı iki elini. Yavaş
yavaş kendisi gibi yalnızlaşmaya başlamış kahverengi telleri çekiştirdi. Sanki
bu çekişler, bu minik acılar beynine bir uyarı gönderecekmiş de tüm
sorunlarına çare olacakmış gibi…
Yusuf, her yanında gördüğü sıvı şeylerden kaçınmak için hızla
mutfaktan çıktı. Balkona, teleskopunun yanına gitti. Kapalı balkonda, başı
gökyüzüne dönük aletin siyah metalik yüzeyine dokundu. Doğudaki güneş o
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
146
açıdan henüz görünmüyordu ama bulutsuz gökyüzü tüm maviliğini
sergiliyordu.
“Ne oluyor bana yahu?” diye fısıldadı. Genelde kimseyle konuşmadığı
gibi kendi kendine de konuşmazdı. Bazen kapıcıya bir şey söylemediği
zamanlar günlerce tek kelime etmemişliği olurdu. Bu fısıltı, bir istisna olsa da
yaşadığı şeyi somutlaştırdığı için belki de gerekliydi. Yalnızlık nadiren de
olsa korkunç derecede gerçekdışılık hissi zerk edebiliyordu insana. Birkaç
kez rüya ile gerçeği karıştırdığı olmuştu. Yani sabah uyandığında önceki gün
yaptıklarını gerçekten mi yoksa rüyasında mı yaptığından emin olamama
durumu… Hapisteki insanların da böyle düşünüp düşünmediğini merak etti.
Her zaman aynı mekânda uyanmanın, tüm günü aynı yerde geçirmenin ve her
günün diğeriyle aynı olmasının bu durumun en büyük sebebi olduğuna
inanıyordu. Hapiste olmamasına rağmen bu duyguya en çok yaklaşan insan
olabilirdi Yusuf.
Elini teleskopundan çekti. Balkonun etrafını kapatan PVC
pencerelerden birini açtı ve derin bir nefes aldı. “Bu gerçek,” dedi yine
fısıldayarak. “Sudan korkuyorum ve fena halde susamış durumdayım. Bir
çözüm bulamazsam…” Tam burada kesti sesini. Dudaklarını yalayıp
nemlendirmeye çalıştı. Boğazı da kurumuş, yutkundukça acımaya başlamıştı.
Daha uyanalı bir saat olmuştu, susuzluğa dayanamaması için henüz çok
erkendi.
“Oruç tutanları düşün,” dedi kendi kendine. “Biraz dayan. Geçici bir
şey bu. Bir çeşit nöbet, bir çeşit panik atak. Geçecek. Rahatla.”
İçeride kendisini bekleyen sucuklu yumurta geldi aklına. Çok lezzetli
olmalıydı. Sıcak çayla ne güzel gidiyordu. İçebilseydi…
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
147
“Sevmeeeem,” diye bir melodi çıktı ağzından fark etmeden. Gene o
türküydü. Kendi kendine çıkıvermişti kurumuş dudaklarından. Yine korktu.
Bu kez delirmiş olmaktan.
* * *
Dışarıdaki geniş asfaltta tek bir araba yoktu. Sanki dışarı çıkma yasağı
varmış gibi. Elbette bunun sebebi günlerden pazar olmasıydı. Herkesin
arabası sitenin otoparkında “pazar uykusu”ndaydı. Misafirliğe
gidilmeyecekse bugün çalıştırılmayacaklardı. Ve saat henüz on buçuktu.
Evlerin yüzde sekseninde insanlar horul horul uyuyorlardı.
“Bilgisayarı açayım,” dedi içeri girerken. Yoğun sucuk kokusu derhal
çarptı burnuna. Aspiratörü fazla erken kapatmış olmalıydı. Oysa kapattığını
hatırlamıyordu bile.
“Bugün çok tuhaf bir gün,” diye düşündü, kafasında tekrarlanan “su
içmeliyim,” düşüncesinin gardiyanlığında.
Aspiratörü kontrol etti. Kaşlarını çattı. Makine açıktı, çalışması
gerekiyordu. Elektrikler kesilmişti anlaşılan.
Gözü, dolu su bardağına takıldı. Yoğun bir kararlılıkla bardağı eline
aldı, saniye beklemeden ağzına götürdü ve dudaklarından aşağı aktardı.
* * *
“Bir damla bile, Allah kahretsin, bir damla bile geçmedi boğazımdan,”
dedi öksürüklerinin arasından. Üç dakikadır deli gibi öksürüyor, öğürüyor,
ağzına aldığı bir yudum suyun bedelini fena ödüyordu.
Su ağzına değdiği anda bedeni öyle ani reaksiyon vermişti ki tren
çarpmış inek gibi hissetmişti Yusuf kendini. Aniden midesi büzülmüş,
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
148
titremekten ziyade çırpınan eli bardağı düşürmüş, ağzına dolan su bir avuç
kusmukla beraber mutfağın tezgâhına dökülmüş, öksürükler nefes almasını
bile engeller hale gelmişti.
Geçmek bilmeyen birkaç dakika sonra kendine gelmeye başladığı halde
kendini inanılmaz halsiz hissediyordu. Amansız bir nöbete tutulmuş gibi.
Panik atağın son safhasından zar zor kurtulmuş gibi. Ölümden dönmüş,
Azrail’in pençesinden kıl payı sıyrılmış gibi.
Oysa sadece bir yudum su içecekti. İnsanların her gün defalarca yaptığı,
kendisinin de o güne kadar -yanında başka biri olmadığı sürece- rahatlıkla
gerçekleştirdiği bir eylemdi bu. Delirecekti yahu. Bu kadar doğal bir arzu,
nasıl böyle bir zorluğa dönüşebilirdi.
Bir kuduz hastası da böyle mi hissediyordu? Hayır, böyle olmamalı.
Onlar sudan kaçıyorlar. Oysa ben içemiyorum. Elimi yüzümü
yıkayabiliyorum ama ağzıma götüremiyorum.
Evet, sabah uyandığında lavaboda sorunsuzca yıkamıştı yüzünü. Hatta
annesinin getirdiği havluyla kurutmuştu. Yanlış hatırlaması imkânsızdı.
“Belki musluktan biraz su içebilirim,” diye düşündü. Mutfak
musluğuna baktı. Vazgeçip banyoya yöneldi. Daha önce olduysa bu kez de
olabilirdi.
Eli bu kez stresten titreyerek çevirdi musluğu. Berrak sıvı tereddütsüzce
aktı. Yusuf, ellerini uzatıp suyun yolunu kesti. İki avucunun arasına doldurdu
ve yüzüne çırptı. Çırparken ağzını da açmak istedi. Lakin dudakları onun
sözünü dinlemek yerine Japon yapıştırıcısıyla birbirine yapıştırılmış gibi
sımsıkı kaldı. “Bari dudağımda kalan su damlalarını yalayayım,” diye
düşündü. Dili dışarı çıkmayı reddetti.
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
149
Aynadaki umutsuz suratına bakıp annesinin havlusuna uzandı
mecburen. Yüzünü kuruladı. Dudaklarındaki sudan kurtulduğu an dudakları
gevşedi, dilini istediği kadar dışarı çıkarabiliyordu artık. Aynaya dönüp açtı
ağzını. Dilinin üzerinde tükenmeye yüz tutmuş tükürüğünden kalma beyaz
köpükçükler vardı.
* * *
İşte o an, daha önce duyumsamadığı bir korkuya düştü: Ölüm korkusu.
Koskoca İstanbul’da, parası olduğu halde, hiçbir fiziksel rahatsızlığı olmadığı
halde, istemediği kadar içeceğe sahip olduğu halde susuzluktan ölme
korkusu…
İnsanlardan ne kadar çekinse de yardım isteme vaktinin geldiğini
biliyordu. Annesi babası geldi önce aklına. Telefon defterinde kayıtlı üç
numara vardı zaten. Ailesinin Ankara’daki evlerinin numarası ile annesi ve
babasının cep telefonu numaraları.
Yusuf’un kendi cep telefonu yoktu. İhtiyacı olmamıştı hiç, olacağı
aklına bile gelmemişti. Ev telefonu vardı ama onu da çok seyrek
kullanıyordu. Nadiren ailesiyle haberleşiyordu, o kadar. Bazen de tesadüfen
numarasına ulaşmış pazarlamacılar arıyordu işte. Yusuf, arayanın onlar
olduğunu anlayınca (hızlı hızlı ve kelimeler arasında boşluk bırakmadan
konuşmalarından daha ilk saniyede onlar oldukları belli oluyordu) hemen
suratlarına kapatırdı ve bundan zerre gocunmazdı.
Telefonun tozlu ahizesini kaldırdı. Çevir sesini bekledi. Yoktu. Hiç ses
gelmiyordu. Cızırtı, çıtırtı, melodi, ya da herhangi bir şey… Hiçbiri yoktu.
Telefon kesilmişti.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
150
Aklına durumu internetten soruşturmak geldi. Kendisine benzeyen
kimse var mıydı, varsa sorunu nasıl çözmüşlerdi? Yusuf, çoğu zaman sağlık
sorunlarını internetten ayrıntılı araştırmalar yaparak gidermeye çalışırdı.
Doktora gitmekten nefret ettiği için ne tür kocakarı ilacı varsa hepsini
kullanırdı. Genellikle kendi hastalığını kendi teşhis eder, ilaçları internetten
araştırır ve kapıcıya aldırtırdı. Eczacı, şansına kapıcının bir akrabasıydı ve
reçete sorunu çıkarmıyordu.
İnternetten araştırma umudu çok kısa sürdü. Dizüstü bilgisayarının şarjı
dolu olmasına rağmen elektriğin kesik olması modemin çalışmasını
önleyecek, yani internete giremeyecekti. Yahu, telefon yoktu bir kere, ne
interneti!
Cep telefonu olmadığına hayatında ilk kez pişman oldu Yusuf. Uyumlu
bir telefonu olsaydı 3G ile rahatlıkla internete girebilirdi elektriğe ihtiyacı
olmadan.
Ellerini tekrar saçına götürdü ve bu kez daha sert çekti. Bu pozisyonda
oturma odasında defalarca turladı.
“Bunca aksilik üst üste gelemez,” diye tekrarlıyordu. “Bu gerçek
olamaz, bütün bunlar kusursuz bir kâbusa yakışacak şeyler! Ya da bir delinin
hayal dünyasına.”
* * *
Artık dışarı çıkmak bir zorunluluk haline gelmişti. İnsanlardan korkmak
şu an hissettiği yoğun ölüm korkusunun yanında cılız kalmıştı. Dudağı öyle
kurumuştu ki pul pul soyuluyordu. Saat öğlen birdi. Güneş tepedeydi. Hava
sıcak ve kuruydu. Adeta Yusuf’un vücudundaki son sıvıyı da çekmek
istiyordu.
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
151
Şimdi, evinin kapısının kolundan tutmuş, düşünüyordu Yusuf. Omzuna
bir çanta atmış, yanına her ihtimale karşı bir şişe içme suyu almıştı. Dışarı
çıkacaktı, artık kaçınılmazdı bu. Peki kimden yardım isteyecekti?
Komşularından hiçbirini tanımıyordu. Kapıcıyı ise sadece birkaç kez
görmüştü. Arada bir sesini duyuyordu, o kadar. Görünüşe göre başka çaresi
yoktu, kapıcıya gidecekti.
Kapıyı açtı. Anahtarını bile şangırdatmadan kapıyı kitledi ve asansöre
yürüdü. Derin derin nefesler alarak çağrı düğmesine bastı. Hiçbir hareket
olmayınca ne olduğunu anlayamadı. Paniğe kapılır gibi oldu. Biri gelip onun
aciz halini görecek ve onunla alay edecekmiş gibi hissetti. Sonra beyni bir
şey keşfetmiş gibi aydınlandı. Tabii ya! Elektrikler yoktu.
On kat! On katı merdivenle inecekti. Kimseye görünmeden bunu
başarmalıydı. Kapıcıya ulaşana kadar hiç kimseye rastlamamalıydı. Yusuf,
başını öne eğerek merdivenlerden aşağı hızla inmeye başladı.
Ayakkabılarının çıkardığı tıkır tıkır seslere lanet etti. Bir hırsız gibi, bir kaçak
gibi, avcısından gizlenen bir av gibi indi merdivenleri. Alışkın olmamasına
rağmen şaşılacak bir çeviklik gösterdi ve nefes nefese zemin kata ulaştı.
Kapıcının dairesinin önüne vardığında kendini boşlukta hissetti.
Zile uzandı. Gözünü kapattı, tüm cesaretini topladı ve düğmeye bastı.
Çalmadı.
Elektriğe sövdü.
Bir kez daha aynı cesaretini toplamak zorunda kaldı ve kapıyı tıklattı.
Bekledi. Bir ömür bekledi.
Kimse açmadı.
Tekrar tıklattı. Bu kez daha cesurdu. Beş kez üst üste tıklatacak kadar
cesurdu.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
152
“Aç hadi, aç!” dedi tıslayarak.
Üçüncü ve son kez, daha güçlü vurdu kapıcının kapısına.
Son deneme de başarısız oldu.
Yusuf’un dizlerinin bağı çözüldü, az kalsın yere yığılacaktı. Ne
oluyordu? Tüm dünya ona işkence etmeye mi çalışıyordu? Keyifli geçmesini
umduğu bir pazar günü nasıl bu hale gelmişti? Dört saattir zerre su içemeden,
susuzluktan dili damağına yapışmış halde duruyordu, elektrikler kesikti,
telefonlar -en azından onunki- çalışmıyordu ve her zaman evde olan
kapıcının dışarı çıkası tutmuştu.
Sırtını kapının hemen yanına, duvara dayadı. Dış kapıya döndü. Gelen
giden yoktu. Apartman da, sokak da çok sessizdi.
“Bir doktora gitmen lazım,” diyordu içindeki ses.
“Pazar günü doktor bulabilirsen tabii,” dedi başka bir ses.
“Bir hastanenin acil servisine gidebilirsin,” dedi ilk ses. “Orası her
zaman açıktır.”
“Peki senin bu psikolojik durumun onlar için ne kadar acil olabilir ki?”
“Ne olursa olsun gitmek zorundasın! Onlara durumu anlatmak
zorundasın. Su içemiyorsan serum falan takarlar, ölmeni engellerler.”
“Hayatında kaç kere hastaneye gittin? Kaç kere derdini anlatmaya
kalktın? Ya beceremezsen? Ya seni deli sanıp geri gönderirlerse?”
“Göndermeyecekler, yüzünün solgunluğu bile durumu açıkça
gösteriyor. Seni ancak doktorlar kurtarır. Bir taksi tut ve en yakın hastaneye
git!”
Yusuf, kafasındaki iki sesin söylediklerini sükûnetle dinledi. Ne
yapması gerektiğinden emin değildi ama hiç değilse şu apartmandan dışarı
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
153
çıkmalıydı. En kötü, bir yerde bayılır, yardımsever birileri tarafından
hastaneye götürülürdü.
Apartman kapısını açtı ve dışarı çıktı. Hava sıcak ve durgundu. Ağaçlar
bir tablodaymış gibi kıpırtısızlardı. İşin ilginç tarafı, hareket eden hiçbir şey
yok gibiydi. Çöpleri karıştıran bir kedi ya da kafasına göre uçan bir
güvercinden dahi eser yoktu. Aylar önce internette okuduğu uzun bir
öykünün konusu geldi aklına. Bir üniversite öğrencisi -kendisinden çok daha
aktif, hatta asi bir üniversite öğrencisi- yine böyle kimsenin olmadığı,
kuşların, böceklerin, kedilerin bile bulunmadığı, ağaçların kıpırdamadığı,
arabaların hareket etmediği, ıssızlığın doruk noktasındaki bir sokağa
giriyordu. Ve sokak boyunca ne kadar ilerlerse ilerlesin sonuna
ulaşamıyordu. Sonsuz uzunlukta, çıkışı olmayan bir boyuta hapsolmuştu.
“Ama orda apartmanlara da girilemiyordu,” dedi dışından. Etrafta
kimse olmadığından tedirgin olmadı birisi duyacak diye. “Bense zaten evden
çıktım,” dedi arkasını dönüp apartmanın kapısına bir bakış atarak. Sanki
orada olduğundan emin olmak istiyordu.
Peki nasıl bitmişti öykü? Bir an hatırlayamadı. Öykünün sonundan çok,
bu hapis kalma mevzusu etkilemişti onu. Dışarıdan birileri kurtarmıştı
hatırladığı kadarıyla. Hatta tüm bu boyut, tuhaf bir fantastik yaratığın yuvası,
daha doğrusu tuzağı çıkmıştı. Tıpkı bir örümceğin ağı gibi…
Tedirgince kendi etrafında döndü. Öykü tam olarak gerçek olmasa da şu
an yaşadığı şeyle bir bağlantısı olabilir miydi? Bir tuzağa düşmüş olabilir
miydi? Acaba yazar, öyküyü yazarken mitolojik bir yaratıktan ya da bir tür
efsaneden falan mı etkilenmişti? Onlarda gerçeklik payı olabilirdi çünkü.
Gözleri gökyüzünü taradı. Hava, delirtici derecede pürüzsüzdü. Güneş
gökte ne var ne yoksa süpürmüş, kendine koca bir oyun sahası yaratmıştı.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
154
* * *
Yusuf’un boğazı yanıyor, yutkunması gittikçe zorlaşıyordu. Yakında
konuşması bile imkânsız hale gelecekti. Acilen ağzına bir sıvı değmeliydi,
yoksa şaka maka öteki dünyaya göçecekti. Artık korkuların önemi
kalmamıştı. Ölüm korkusu dışındakilerin hepsi şimdilik geri plana
çekilmişlerdi. Yusuf şimdi bir insana rastlamak için müthiş bir arzu
duyuyordu.
İki blok ötedeki eczane geldi aklına. Eğer gerçekten bir canavarın ağına
düşmemişse eczanede bir çare… İlk adımını atar atmaz bezgin bir of çekti.
Günlerden pazardı, eczane -eğer şansına nöbetçi değilse- açık değildi ki…
Bir taksi bulsa hastaneye bile gidecek cesareti vardı artık ama sanki o
gün dünyadaki tüm araba sahipleri grev yapıyordu.
“Hepiniz öldünüz mü ulan?” dedi tıslayarak. “Herkes nerde!”
Bir kez daha gözleri bir farkındalıkla kocaman açıldı. Okuduğu bin tane
kıyamet romanı veya öyküsü vardı. İnsanların durup dururken ortadan
kaybolduğu bir sürü senaryo vardı.
Koşa koşa apartmana döndü. Tüm dairelerin kapılarına rasgele vurmaya
başladı. Çıkıp bir şey diyecekler diye zerre korkmadı.
Elektrikler kesik! Telefonlar kesik!
Bir saniye önce “ölüm korkusundan bile beter bir korku yaşayacaksın,”
deselerdi imkânı yok inanmazdı, fakat şimdi kıyamet korkusu, yani herkesin
birden yok olmuş olma korkusu kendi ölümünün korkusunu bile aşıyordu
işte.
Yusuf korkular diyarında!
Hiç kimse yok! Sokaklar bomboş! Herkes gitmiş!
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
155
Kimse açmıyordu kapıyı. Hiçbir yerden ses gelmiyordu. Merdivenleri
üçer üçer atlayarak üst kata çıktı. O kattaki dört dairenin kapısına da tekmeler
savurdu.
“Açın! Evdeyseniz açın kapıyı!” Hiçbir zaman çıkaramadığı kadar
yüksek sesle, kurumuş boğazını yırtarcasına bağırdı.
Üçüncü kata çıktı, dördüncü kata çıktı, beşinci kata çıktı…
Ve beşinci katta aralık bir kapı buldu. Kapının önünde de renkli kadın
elbiselerinin içinde darmadağın olmuş bir iskelet.
* * *
Öyle bir “hasiktir” çıktı ki ağzından, sesinden ‘korktu’ Yusuf. İskeleti
görür görmez, o öyküdeki iskeletler geldi aklına. Üniversite öğrencisinin
kaybolup ‘sonsuz sokak boyutu’na geçtiği yerde iskeletler bulunmuştu.
Canavarın avına düşürüp yediği insanların kemikleri…
Nabzı şakaklarında atarken donup kaldı genç adam. Herkesin ölmüş
olduğuna, tüm dünyanın bir canavar tarafından yenilip yutulduğuna Tanrı’nın
varlığından bile çok inandı o an.
İskelete doğru -ceset bile diyemiyordu ona- yürüdü hırıltılı nefeslerle.
Converse marka ayakkabılar, kırmızı şık bir elbise ve bu elbiselerin içinde
beyaz iç çamaşırlar… Henüz çantasını almamıştı, çünkü evden tam o anda
çıkıyor olmalıydı. Belki de eğilmiş ayakkabılarını bağlıyordu. Kapıya
yaklaşınca açık kahverengi kadın çantasının hemen kapının iç tarafında
olduğunu gördü.
Acaba evde başkaları -başka iskeletler/cesetler- var mıydı? Kadının
üstünden, dokunmamaya özen göstererek geçti ve eve girdi. Sessiz olmaya
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
156
çalışmadı, aksine gayet gürültülüydü. Ayakkabılarını çıkarma zahmetine
katlanmadan şık halıları çiğnedi.
“Kimse var mı?” dedi ama sesi beklediğinden cılız çıktı. Susuzluktan
sesi kısılmıştı. Artık tükürüğü bile ıslatmaya yetmiyordu ağzını. Hayır, şimdi
bunu düşünecek vakit değildi. Neler döndüğünü öğrenmek zorundaydı.
Kıyamet teorisini doğrulamak ya da yanlış olduğunu görmek zorundaydı.
Evet, içeride birileri vardı. Yatak odasındaki çift kişilik yatağın iki
yanına kıvrılmış iki insan. Daha doğrusu bir süre önce insan olan kemik ve
pijama yığınları.
Dışarı çıkmakta olan kızın annesiyle babası olmalıydılar. Kız acaba
ailesinden gizli bir yerlere mi gidiyordu? diye düşündü istemsizce. Hemen o
anda minik bir senaryo bile oluşturdu ne yaptığını bilmeyen zihni.
Kız ailesinin tasvip edemeyeceği türden bir adamla -belki alkolik bir
metalci, ya da züppe bir rapçiyle- çıkıyordu ve o gün sevgilisinin kucağına
giderken annesiyle babasına hesap vermemek için erkenden ve gizlice
kaçıyordu. Belki de adamdan çoktan hamile kalmıştı ve onu evlenmeye ikna
etmek istiyordu.
Her neyse, artık ölüydü, tüm dertleri bitmişti kızın. Ölüm tüm dertleri
bitirir, diye düşündü Yusuf. Acaba bir filozof buna benzer bir şeyler söylemiş
miydi?
Başka kimse yoktu evde. Yusuf bir deneme daha yapmak için mutfağa
gitti ve altıgen şeklindeki koca sürahiden kendine bir bardak su koydu. Bir
gün bir başkasının evinden, hem de izinsizce evlerine girdikten sonra bir
bardak su içmeye kalkacağını asla tahmin edemezdi.
* * *
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
157
Olmadı. Su geçmedi boğazından. Ancak dudaklarını ıslatabildi ama
dudaklarındaki nemi bile yalayamadı. Sürahiyi de bardağı da yere atıp
paramparça etti. Öfkeyle değil, bezginlikle. Sırf bir şey yapmış olmak için
belki de.
Birkaç tane elma gördü tezgâhın üstünde. Kocaman, sulu elmalar.
Gözleri umutla parladı. İhtiyacı olan suyu taze meyveden de elde edebilirdi
tabii. Sabah sucuklu yumurtayı yutabildiğine göre, en azından katı şeylere
karşı bir takıntısı olmaması gerekiyordu.
Elmayı ısırdı, harıl harıl çiğneyip yuttu. İçindeki asitli su öyle iyi geldi
ki kendini cennette hissetti. Dördüncü elmayı ısırırken ağzındaki kuruluk
nispeten geçmişti. Öyle bir duyguydu ki bu, şimdi daha önce çektiği aşırı
susuzluğun gerçekliğine inanamıyordu. Belki de zihni o işkence anlarını
bilincinin gerilerine atmaya çalışıyordu.
Beşinci ve altıncı elmaları çantasına atıp dışarı çıktı. Evinde meyve
yoktu, açık bir manav bulması zordu, hele sabah sağ salim uyanmış ve
dükkânını açabilmiş bir manav bulması o sene Fenerbahçe’nin şampiyonlar
ligi şampiyonu olmasından bile zordu.
Dışarı çıktı ve nerede olduğunu bilmediği manavı (veya bakkalı veya
marketi) aramaya koyuldu. Sahiden buralarda var mıydı öyle bir yer? Kapıcı
acaba ekmeği ve gazeteyi nereden alıyordu? Çok uzak olmamalıydı. Sonuçta
yeni bir sitede oturuyor olsa da binlerce insan yaşıyordu buralarda. Sık sık
bakkal veya market olması normaldi.
Boş asfaltın tam ortasından yürüdü. Çocukken kocaman yolları boş
gördüğünde “burada top bile oynanır be,” derdi. Bir keresinde nüfus sayımı
olacağı gün, yasak olduğunu bile bile dışarı çıkmış ve Ankara’nın en işlek
caddelerinde yürümüştü. Tabii bunu kendi başına değil, hiperaktif
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
158
komşusunun onu zorla götürmesiyle yapmıştı. Annesiyle babasının nasıl olup
da izin verdiğini hiç hatırlamıyordu.
Durakladı, aradığını bulmuştu. Karşısındaki binanın zemin katında
mavi ağırlıklı bir “Kardeşler Market” tabelası asılıydı. Bu kadar klişe bir
isimle karşılaşacağını düşünmemişti. Her yerde bir “Kardeşler Market” vardı
demek ki.
Tahmin ettiği gibi açık değildi bu ufak market. Lacivert boyalı
kepenkleri kapalıydı. Yusuf açamayacağını bildiği halde yanına kadar gitti ve
kepenkleri şiddetle sarstı. Kepengin altındaki kilitlere takıldı gözü. Acaba bir
şeyle kırabilir miydi?
Aklına evde yüzlercesini izlediği aksiyon filmleri geldi. Kilitleri bir
kurşunla paramparça ederdi o filmlerin karizmatik kahramanları. Aslında bir
yerlerden silah bulabilirdi belki. Gerçi bir silah dükkânı bulsa, onun kapısını
açmak için de silaha ihtiyacı olacaktı. Herkesin evine girip tek tek silah
arayabilirdi. Elbet sitedeki yüzlerce daireden birinde bir silah vardı. Onun
için de kapıları kırması gerekecekti ama. Üstelik standart olarak her dairede
olan yüksek güvenlikli çelik kapıları…
Küçük bir ihtimal de olsa sabahın köründe evinden kaçmak için kapıyı
açan kızın evinde silah olabilirdi. Aklına yapacak başka bir şey gelmeyince
apartmana gerisingeri dönmeye karar verdi.
Silah bulamasa bile eğer arabaları varsa ödünç alabilir, İstanbul’un
diğer yerlerine gidip durumu görebilirdi. Tabii o öyküdeki gibi belli bir alana
sıkışıp kalmadıysa…
* * *
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
159
Genç ve güzel kızın -nedense güzel olduğunu hayal ediyordu-
kemiklerine basmadan tekrar içeri girdi. Annesiyle babasının huzur içinde
yattıkları yatak odalarına ikinci kez izinsiz daldı. İskeletlere pek de bir duygu
hissetmeden bir kere daha baktı. Odadaki tüm çekmeceleri gözüyle taradı ve
aramaya nereden başlayacağına karar vermeye çalıştı.
Tuvalet masasının beş çekmecesinden en üsttekine elini uzatmıştı ki
üzerine bir gölge düştü. Hırıltılı bir ses geldi ardından.
“Noluyo lan?” diye hızla döndü arkasına. Ve gözlerine hayatının en
büyük korkusu yansıdı.
Tasviri zordu. Bir çeşit yaratık olduğu kesindi ama bilinen yaratıklara
benzeterek betimlenmesi gerçekten zordu. Kabaca bir insan vücudu
düşünülürse, çok daha uzun kollar, iki kat daha büyük ve bol çıkıntılı bir
kafa, kökünün nerede olduğu belli olmayan uzun ve karmakarışık kıllar, uzun
ve büklümlü bacaklar, kuyruk niyetine sağa sola sallanan püsküller… İşte bu
öğeleri içeriyordu bu şey. Gözleri, yüzündeki çıkıntıların arasında zar zor
seçiliyordu. Sürrealizmde aşırıya kaçmış bir ressamın tablosundan fırlamış
gibiydi.
Altına işemek üzere olan Yusuf’a dik dik baktı iki buçuk metrelik
boyuyla üzerine eğilerek.
“Eşhedüenla…” dedi Yusuf.
“Hrrr…”
Yusuf, titremekten ayakta durma görevini yapamayan bacaklarına söz
geçiremeyince dizlerinin üzerine düştü.
“Sen hâlâ ne arıyorsun burada?” dedi hırıltılı bir sesle. Yusuf, canavarın
konuşmasına mı yoksa Türkçe konuşmasına mı şaşırmalıydı emin olamadı.
“Ne arıyorsun?” diye sabırla tekrarladı yaratık.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
160
“Bi… bil… bilmiyorum. Ben… şey… araba… anahtar alacaktım.”
Canavar nefes verince iri burun deliklerinden beyaz buhar çıktı. Tıpkı
buz gibi havada hohlayan bir insanınki gibi.
“Su neden öldürmedi seni?” dedi canavar. Soruyu cevap versin diye
değil de kendi kendine konuşuyormuş gibi sormuştu. “Tükürüğümüzle
yıkamadık mı tüm suları? Hepinizin etini kavuracak tükürüğümüzle? Bizi
yeryüzünde tek hükümdâr yapacak tükürüğümüzle?”
Yusuf korkuyordu, hem de çok korkuyordu ama bu korku beyin
faaliyetlerini engellemiyor; aksine daha derin, daha net ve daha hızlı
düşünmesini sağlıyordu. Yaratığın ağır konuşması sırasında beyninden bin
tane düşünce geçiyordu desek yalan sayılmazdı.
Şu birkaç cümlesiyle bile kendince birçok sonuç çıkarmıştı Yusuf. Eğer
eve gidip sakince bilgisayarında bir öykü ya da günlük yazar gibi bu
düşüncelerini kaleme alsaydı şunları yazardı:
Her şeyin bu sabah başladığı açık. Veya dün gece de olabilir. Bu
canavarlar her neyse -ki aklıma cinler geliyor- yeryüzüne büyük bir çıkarma
yaptılar ve nasıl yaptılarsa tüm içeceklere tükürdüler. Belki yaptıkları
insanlarınki gibi ağızlarındaki sıvıyı dışarı atmak değil de insanların
mantığının alamayacağı bir şekilde sıvılara enjekte etmekti. Bir nevi tüm
içme sularını zehirlediler. Böylece kimse bir şeyden şüphelenmeden,
dünyadaki herkes sadece -bir yudum bile olsa- su içerek iskelete dönecekti.
Önlem almaya vakit kalmayacak, insanlar birbirleriyle haberleşip bu işleme
karşı koyamayacaklardı. Elbette bu planın tam olarak gerçekleşebilmesi için
herkesin aynı anda ölmesi gerekiyordu. Belki öyle bir mekanizmaları vardı
ki, herkes suyu içtikten sonra, bedenlere nüfuz eden zehir bir şekilde aktive
edilmiş, toplu ölüm gerçekleştirilmi şti.
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
161
Benim hâlâ hayatta olmamın sebebi de tamamen mantıksız görünen su
korkusu. İlahi bir gücün yardımı mı, yoksa o maddeye olan bir çeşit tepki mi
bilmiyorum ama saatlerdir su içmiyordum. Önceki gece televizyon izlerken
bile hiç susamamıştım. Hatta akşam yemeğinden sonra ağzıma bir sıvı
girdiğini hatırlamıyorum. Eğer cinlerin kıyamet planı, saat sekizden sonra
başladıysa ve sabah dokuza kadar herkes birden öldüyse her şey açıklığa
kavuşmuş oluyor.
Kısaca ben hayatta kalmış tek insanoğlu olabilirim ve bunun tek sebebi
korkaklığım olabilir. Peki bu yaratık şu an benim sağ kalmama izin verir mi?
Elbette vermez. Birazdan kafasındaki sorulara bir yanıt alamayınca o tuhaf
pençeleriyle beni paramparça edecek.
* * *
“Senin diğerlerinden farkın ne?” diyordu şimdi de. Çok meraklı bir cin
olmalıydı. “Neden yok olmadın?”
Cevap gelmedi. Yusuf’un beyni teoriler üretmekle, durumu anlamakla
ve bir çözüm üretmeye çalışmakla meşguldü. Madem şimdiye kadar hayatta
kalmıştı, şu an ölmesi büyük haksızlık olurdu.
“Allah’a son dualarını gönder insanoğlu. Biraz sonra onun cennetine ya
da cehennemine gideceksin.”
Düşündüğünden bile büyük ve güçlü elleriyle Yusuf’un boğazına
yapıştı. Burnundan bir beyaz buhar huzmesi daha gönderdi.
Ve ölüm geldi, diye düşündü Yusuf gayet sükûnetle. Ölüm korkusu bir
anda ortadan kalkmıştı. Bu, okulda bir sunum yaparken tahtaya çıkana kadar
dizlerinin titremesi, ama çıktıktan sonra heyecanın hemen hemen tamamen
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
162
sönmesi ve her şeyi oluruna bırakmış olma duygusuna benziyordu. Artık
ölüm kaçınılmazdı, korkmaya gerek yoktu.
Bir cin tarafından öldürülüyorum, diye düşündü. Bu da bir ayrıcalıktır.
Tükürüğünü içerek değil bizzat ellerinde öleceğim.
Bunu düşünürken kaşlarını çattı. Cin, ona tanıdığı dua etme süresini
bitirmiş, boynunu kavrayan ellerini bütün gücüyle sıkmaya başlamıştı. Eğer
bu baskı bir saniyeden uzun sürseydi Yusuf, boynundaki tüm damarların
patlaması, tüm kemiklerin kırılması ve nefes borusunun ezilmesiyle öbür
dünyaya göçecekti. Ama o, baskının ilk anında ağzında zar zor bulduğu bir
parça tükürüğü cinin bir karış ötesindeki suratına püskürttü.
Yusuf’un pek de umutlu olmadığı şey gerçekleşti. Cinin elleri gevşedi,
geri çekildi ve kıyameti koparan bir böğürtünün ardından tüm eti ağır ağır
buharlaşırken, kemikleri yere döküldü.
Yusuf’un can havliyle kurduğu mantık, “onun tükürüğü beni
öldürüyorsa, benimki de onu öldürüyordur” idi. Görünüşe göre işe yaramıştı.
Acaba, diye düşündü boğazını elleriyle ovalarken, ninelerin bir şeylere
üfürüp tükürme merakı buradan mı geliyor?
* * *
Yusuf evine gitti ve artık istediği zaman su içebildiğini fark etti. Ölüm
riskine aldırmadan iki litre suyu birden midesine indirdi. Hiçbir şey olmadı.
Cinlerin tükürüklerinin son kullanma tarihi geçmiş olmalıydı.
Şimdi ne olacaktı?
Düşündü, düşündü, düşündü. Balkondan, sokaklarda gezmeye başlayan
cinlere bakarak düşündü; kapısına dayanan ama içeri giremeyen canavarları
dinleyerek düşündü. Bu âleme göç ettiklerine göre artık fizik yasalarına
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
163
uymak zorundaydılar ve kapısını kilitlerse içeri giremeyeceklerini öğrenmişti
Yusuf.
Uzun zamandır ilk kez amaç edindi kendine. Bütün felaket ve kıyamet
filmlerini izlemişti ve onlardan daha iyi kaynak bulamazdı. İlk hedefi, kendisi
gibi hayatta kalmış başka insanlar olup olmadığını öğrenmek olacaktı. Bunun
için bir şekilde radyo yayını yapabilir, şehir elektriğini geri getirip televizyon
ya da internet yoluyla insanlara ulaşmaya çalışabilirdi. Tabii bunları
yapabilmek için dışarı çıkmak zorundaydı. Cinlerin zayıf noktalarından birini
biliyordu ama başkalarını da öğrenmeliydi. Tükürüklerini biriktirerek bir nevi
silah yaratabileceğini düşündü ama sadece bir gün etkili olduğunu hatırladı.
Tüküre tüküre bir yere kadar gidebilirdi ama arkasından saldırırlarsa, bir
şekilde ağzını kapatırlarsa ne olacaktı?
Daha çok düşünmesi gerekiyordu. Daha çok zamana ihtiyacı vardı.
Bir elini teleskopuna dayamış, balkondan dışarıyı seyrederken aslında
pek de mutsuz olmadığını fark etti. Artık korkmuyordu. İnsanlardan hiç
korkmuyordu, hatta onları arıyordu. Henüz önceki gün, dünya yıkılsa
kahraman olamayacağını düşünürdü, ama şimdi kendini çok güçlü hissediyor,
bir hedefe sahip olmanın, bir şeyleri değiştirebilme ihtimalinin keyfini
sürüyordu.
Şimdi gidecek, kendine bir kahve koyacak ve düşünecekti. O güne
kadar en çok yaptığı ve en iyi bildiği şey düşünmek değil miydi?
SON
“YA“YA“YA“YAŞAM DESTEK AM DESTEK AM DESTEK AM DESTEK
SSSSİSTEMSTEMSTEMSTEMİ””””
Ümit ÇalıÜmit ÇalıÜmit ÇalıÜmit Çalışıcııcııcııcı
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
165
Büyük kanatlarıyla gökyüzünde sessizce süzülen bir akbaba, yavaşça
alçaldı ve sokakta, yerlerde yatan yüzlerce cesetten birinin başucuna kondu.
Yeni yeni çürümeye başlamış cesedi bir süre izleyen akbaba, sonra eğildi ve
kıvrık gagasını cesedin boş boş bakan açık gözüne doğru indirdi.
Bir çölü andıran kentin üstündeki gökyüzünün aslında leş yiyen
kuşların işgaline uğraması gerekmekteydi. Fakat onlar bile bu korkunç
manzaradan ürkmüş olacaklardı ki, ara sıra yolunu kaybeden birkaç tanesi
haricinde, gökyüzü hayli sakindi. Aslında sadece gökyüzünde değil, şehrin
her yerinde yaşam sona ermişti. Bölgede yaşayan canlıların çoğu, büyük
felaketin yaşandığı o gün yok olmuşlardı. Ortalıkta görülen tek tük yaşam
örnekleri ise, birkaç gün önce her şey normale dönünce buraya gelmeye
başlamışlardı. Şimdi koca şehir, memnuniyetsizce beslenen birkaç akbaba ve
huzursuzca sokaklarda dolaşan birkaç yırtıcı hayvana aitti.
Az sonra duyulan motor sesleri bu çirkin sessizliği bozdu. Az önce
karnını doyurmaya başlamış olan akbaba, başını sesin geldiği yöne çevirdi ve
sonra da ürkekçe kanatlarını çırpıp uçarak oradan uzaklaştı.
Akbabanın duyduğu motor sesleri, binlerce üniformalı askeri şehre
taşıyan büyük bir askeri araç konvoyuna aitti. Az sonra önceden belirlenen
toplanma alanına ulaşan askerler, acele ile araçlarından inip hazırlanmaya
başladılar. Askerlerin tamamının yüzünde şeffaf bir naylon poşete benzeyen
maskeler vardı. Bu sırada elinde megafon olan iri yarı bir askerin gür sesi
tüm alanı kapladı.
“Beyler, önce beni dinleyin. Neden burada olduğumuzu biliyorsunuz.
Hemen kamp kurmak için gerekli hazırlıkları tamamlayın. Bugün
dinlendikten sonra yarın göreve başlayacağız. Burada olduğunuz süre
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
166
zarfında, hiç biriniz yüzlerinizdeki maskeleri çıkarmayacaksınız. Maskelerin
içerisindeki kimyasal gaz, bu şehirden herhangi bir mikrop kapmanızı
engelleyecektir. Biliyorsunuz ki şehri temizlemek ve bu zavallı insanları
gömmek için sadece bir haftamız var. O yüzden olabildiğince acele edin ve
mümkün olduğunca çok cesedi böyle açıkta çürümekten kurtarın. Bu
insanlara karşı hiç olmazsa görevimizi böyle yapalım. Şimdi herkes görevleri
başına dönsün. Hepinize kolay gelsin.
Kalabalık asker grubundan gür bir “sağol” nidası duyuldu. Askerler
şimdilik bu korkunç göreve başlamamaktan memnunlardı; fakat kamp
kurdukları bölgeden birkaç kilometre uzakta bulunan cesetler akıllarından
çıkmıyor; şehirden yükselen korkunç kokuyu maskelere rağmen
duyabiliyorlardı.
Az önce askerlere seslenen Albay Mesut, arabanın içerisine mecalsizce
çökmüş, askerlerini izlemeye başlamıştı. Bunların olduğuna, yıllar önce
yaşadığı şehre böyle bir görevi yerine getirmek için geldiğine inanamıyordu.
Yanından geçen bir askerin yüzüne baktı. Askerin yüzündeki müthiş
korkuyu, kendisi de iliklerine kadar hissediyordu. Az sonra keşfe çıktığında
karşılaşacakları manzara, her hücresinin korkuyla sarsılmasına neden
oluyordu. Kendisini toparlamaya çalıştı. Birden Binbaşı Ahmet’in gür sesiyle
irkildi:
“Komutanım, keşif için araç hazır. Sizi bekliyoruz.”
İsteksizce aracından çıkıp hazırlanan zırhlı araca doğru yürümeye
başladı. Normalde neşeli birisi olarak bildiği Binbaşı da bugün son derece
sessiz ve üzgün görünüyordu. Araca isteksizce binen Albay, derin bir nefes
aldı ve ilerlemesi için şoförüne emir verdi. Araç hareket eder etmez,Binbaşı
Ahmet Albay’a dönüp sordu:
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
167
“Komutanım, neden buradayız? Buradaki canlı hayatın tamamen yok
olduğunun farkındayız. Sadece bu cesetleri defnetmek için mi buradayız?
Yoksa bilmediğimiz başka şeyler mi araştırıyoruz?
“Yok Binbaşım, yok.” diye başını salladı Albay. “Bu kez komplo teorisi
yok. Hükümetimiz, sadece bu zavallı insanlar için bir şeyler yapmak istedi, o
kadar. Kendi vicdanlarımızı rahatlatmak için çalışıyoruz sadece. Ha bir de
salgın hastalık korkusu tabii. Her ne kadar burada ortaya çıkabilecek bir
virüsün başka bir şehre ulaşma şansı, günümüz şartlarında çok düşük olsa da
işlerini şansa bırakmak istemiyorlar artık.
Binbaşı daha fazla bir şey sormak istemedi. Zaten ikisi de bu konuda
çok fazla konuşmak istemiyorlardı. Aslında o günlerde, dünyadaki hiç kimse
birkaç ay önceki o kara günle ilgili konuşmak istemiyordu.
Birkaç dakika sonra, insan, hayvan ve bitki cesetleri karşılarına çıkmıştı
bile. Manzara korkunçtu. Ani gelen ölüm insanları yürürken, araba
kullanırken, yemek yerken yakalamıştı. İlerleyip şehrin içine girdikçe
manzara korkunç bir hale geliyordu. Albay gözlerini kapamak ve hiçbir şey
görmemek istiyordu. Bunlar yaşanmış olamazdı. Manzara gerçekten
inanılmazdı. Sokaklarda yerlerde yatan, evlerinin pencerelerinden sarkan,
araçlarında direksiyon başında ölen yüz binlerce insan vardı. Cesetler
çürümeye başlamış, görüntü dayanılmaz hale gelmişti. Albay, bu büyük
felaketin yaşandığı birkaç ay öncesini düşündü. İçinden bir ses hemen aracı
durdurup geri döndürmesini söylüyordu. Hemen bu cehennemi terk
etmeliydiler. İçinde çığlık çığlığa bağıran sesi güçlükle dizginleyen Albay,
midesinin isyanına ise daha faz engel olamayacağını anladı. Askerlerine
verdiği emri ilk çiğneyen de kendisi oldu ve maskeyi çıkartıp attı. Zaten çok
yavaş ilerleyen aracın kapısını açtı ve başını çıkartıp kusmaya başladı.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
168
Neredeyse midesinde hiçbir şey kalmayıncaya kadar kustuktan sonra
doğrulmak istedi. Fakat bu kez burnuna dolan korkunç koku, gözlerinin
önüne bir perdenin çekilmesine neden oldu. Yeniden kusmak için eğildi, ama
bu kez kusamadı. Korkunç koku, artık durmuş olan arabadan yuvarlanıp
baygın halde yere düşmesine neden oldu. Binbaşı Ahmet ve aracı kullanan
asker hemen araçtan atlayıp, Albay’ı kaldırdı ve yeniden araca bindirdiler.
Yüzlerindeki o basit görünümlü maskenin onları nasıl bir kokudan
kurtardığını henüz bilmeseler de, Albay’ın durumu o maskeyi ne olursa olsun
çıkarmamaları gerektiğini yeterince anlatmaktaydı. Zira maske, bu korkunç
kokuyu en azından dayanılabilecek hale getirmeyi başarabiliyordu.
Birkaç dakika sonra kendisini toplayan Albay Mesut, hemen geri
dönmek istediğini söyledi. Emri hemen yerine getirilirken,arkasına yaslandı
ve görmek zorunda kaldığı manzarayı bir an önce unutabilmek için dua etti.
Bir ara gözlerini kapatmak istese de, hayatı boyunca asla unutamayacağı
görüntüler gözlerinin önüne gelince bundan vazgeçti. Albay Mesut geri kalan
hayatının çoğunu kabuslar görerek geçireceğini ilk olarak o anda fark etmişti.
3 AY ÖNCE AYNI ŞEHİR
Gökyüzündeki garip değişim, şehirdeki herkes gibi Serdar’ın da
dikkatinden kaçmamıştı. İş yerindeki pencereden gökyüzünü bir süre daha
izledikten sonra, aynı büroda çalıştığı arkadaşı Vedat’a dönüp sordu:
“Şu gökyüzüne bak be Vedat! Bulutlar sanki dans ediyor bugünlerde.
Önce yağmur, fırtına, ardından güneş, sonra kar…”
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
169
“Hükümetin enerji politikasıymış ağabey,” dedi Vedat. Küresel enerji
krizi çıkınca enerji tasarrufuna gitmek gerekmiş. Onlar da iklimlendirme
sistemini düşük güçte çalıştırıyor bu günlerde.”
Serdar Bey gülümsedi:
“Ya ne güzel milletiz biz be. Memlekette deprem olur, herkes deprem
profesörü oluverir. Ekonomik kriz yaşarız. Ülke ekonomistten geçilmez olur.
Sen de maşallah enerji krizini çözmüşsün.”
“Yok be ağabey, televizyondan duyduklarımız işte.”
“Ben de onu diyorum ya oğlum. Bizim halkımız eğitimi televizyondan
alıyor aslında. Rahmetli dedem anlatırdı, bizim millet onun zamanında bile
böyleymiş. Eee, başka ne diyordu televizyon?”
“A ğabey dün dünya liderleri, ekonomik krizin nasıl aşılacağını
tartışmak için toplanmışlar. İstisnasız hepsi ordaymış. Çok gizli kararlar
almışlar. İnşallah çözeceklermiş sorunu ağabey.”
Serdar arkadaşına gülümsedi:
“Peki ayaklı gazete, peki. İnşallah çözerler. Zira böyle devam ederse,
olacakları düşünemiyorum bile.‘Yaşam Destek Sistemleri’nin enerji
nedeniyle durdurulduğunu düşünsene. Milyonlarca insan telef olur. Allah
göstermesin. İşte o zaman dedelerimizin yaşadıklarından çok daha büyük bir
kıyameti yaşarız.”
Vedat meraklı gözlerini Serdar’a çevirip sordu:
“Sahi ağabey, deden anlatır mıydı o günleri?”
Serdar yeniden pencereye döndü ve gökyüzüne baktı. Bir süre
düşündükten sonra “Bazen anlatırdı,” dedi. Genelde birkaç kadeh içtikten
sonra… Bir zamanlar dünyanın ‘Yaşam Destek Sistemleri’ ne ihtiyacı
yokmuş, inanabiliyor musun? Yani soluduğun oksijen, yağan yağmur, hatta
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
170
güneş bile doğal. Düşünsene bir şehirden diğerine giderken yer altı
tünellerine girmiyorsun. İstediğin zaman istediğin şehre yolculuk
edebiliyorsun. Harika bir dünya yani… Sonra sanayileşme ve gelişen
teknoloji, ‘Büyük Kriz’e neden olacak olan küresel ısınmayı başlatmış.
İnsanlar, ne yazık ki, yıllarca bu problemi görmezden gelmişler. Ozon
tabakası delinip buzullar erirken bunu sadece izlemekle yetinmişler. Yıllar
sonra küresel ısınma ilk ciddi felaketlere yol açmaya başladığında önlem
almak için artık çok geçmiş. Felaketler birbirlerini takip etmeye başlamış.
Seller, fırtınalar, aniden ortaya çıkan dondurucu soğuklar… 5 yıllık bir süre
içinde milyonlarca insan bu felaketlerin kurbanı olmuşlar. Sonunda atmosfer
bozulup dünya yaşanmaz bir hal almaya başladığında, bir Japon bilim adamı
tüm dünyayı kurtaracak icadıyla ortaya çıkıvermiş. İsmi, Kakuro Makasaki
olan bu bilim adamının keşfi, bizim yaşamamızı sağlayan ‘Yaşam Destek
Sistemleri’ymiş. Sistemleri biliyorsun. Yaşam alanlarının üzerini görünmez
bir balon gibi kaplayan bir manyetik alan yaratıyorlar. Sistemin kontrol ettiği
çekirdek, adeta her şehri ayrı bir dünya haline getiriyor. Çekirdeğin
oluşturduğu çekim kuvveti yine sistem tarafından gerçekleştirilen kimyasal
reaksiyonlar sonucu oluşan atmosferin dağılıp bozulmasını önlüyor. Böylece
diğer yerleşim alanlarından bağımsız bir atmosfere sahip olan yerleşim
alanları ortaya çıkmış oluyor. Tabii sistem ilk yapıldığı zaman bugün ki kadar
gelişmiş değilmiş. Örneğin yapay ozon tabakası ya da iklimlendirme
sistemleri 3-4 yıl sonra eklenebilmiş. Ozon tabakası en azından şimdilik
kullanılmıyor. Çünkü yaşlı dünyamızın doğal ozon tabakası henüz işlerliğini
yitirmiş değil. Ancak iklimlendirme sistemi çok önemli bir ilave oldu. Zira
sistemlerin olmadığı bölgeler şimdi buzul çağını yaşıyorlar. Sistemi bir hafta
kadar kapatsak emin ol bizim şehrimiz de buzul çağına giriverir.
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
171
Vedat “Ağabey, senin televizyon izlemene gerek yokmuş ki,” diyerek
güldü. “Bütün bunları sana deden mi anlattı?”
“Çoğunu dedem anlattı. Bazılarını da ben araştırdım. Dedem ‘Yaşam
Destek Sistemleri’nin kurulmasında görev almış bir mühendis…”
Gökyüzündeki korkunç gürleme, Serdar’ın cümlesini bitirmesine izin
vermemişti. Arkasını dönüp gökyüzüne baktı ve gözlerine inanamadı. Müthiş
bir fırtına başlamıştı. Yağmur bardaktan boşanırcasına yağmaya başlarken,
şehir adeta bir yıldırım bombardımanına tutuldu. Serdar “Aman Tanrım!”
diye mırıldandı.
Serdar ve hızla onun yanına gelen Vedat korkunç bir gerçeği hemen
fark ettiler. “Yaşam Destek Sistemleri” artık çalışmıyordu.
Vedat, korkuyla sordu:
“A ğabey, ne oluyor? Sistem mi bozuldu? Donacak mıyız? Yedek
sistem neden devreye girmiyor? Allah’ım, donarak ölmek istemiyorum.”
Boğazında yanma hissetmeye başlayan Serdar titremeye başlamıştı.
Vedat’ın son söylediklerini çok uzaklardan duyuyormuş gibiydi. Kelimelerin
anlamını kavrayınca gülümsedi. Güçlükle nefes almaya başlamıştı. Vedat’a
döndü. Onun da daha hızlı nefes alıp verdiğini görünce her şeyi daha iyi
anladı. Vedat’ın donarak ölmekten korkması gerçekten ironikti. İçinde
bulundukları korkunç duruma rağmen yeniden gülümsedi. Vedat’a yeniden
baktı:
“Hayır,” dedi soluk soluğa. “Donmayacağız. Boğularak öleceğiz.”
Kelimeleri güçlükle de olsa anlama sırası Vedat’taydı. Serdar’ın
söylediklerini anladığında, soluk soluğa kalmıştı. Hiçbir şey söyleyemeden
dizlerinin üzerine çöktü ve boğazını tutarak yere yığıldı.
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
172
Vedat’ın kendinden geçişini izleyen Serdar, ondan birkaç saniye daha
fazla yaşama şanssızlığına sahipti. Sokaklardan gelen çığlık ve bağırış sesleri
gerçekten korkunçtu. İnsanlar ne olup bittiğini anlamadan ölüyorlardı. Başını
güçlükle pencereye çevirdi ve korkunç bir manzarayla karşılaştı. Sokaklar
acıyla kıvranan insanlar, birbirine girmiş araçlar ve yanan binalarla doluydu.
Gözlerini kapadı ve bunları görmemiş olmayı diledi. Az sonra bilincini
kaybederken kimin “Yaşam Destek Sistemi”ni kapatabilecek kadar cani
olduğunu düşünüyordu.
BİRKAÇ SAAT SONRA HÜKUMET BİNASI
Hışımla başbakanlık ofisine giren İçişleri Bakanı Selim Hasıroğlu
masada mecalsiz bir şekilde oturan Başbakana sordu:
“Bu ne demek oluyor sayın Başbakan?”
Başbakan hiçbir şey söylemeden açık olan televizyona bakmaya
sürdürdü. Televizyondaki spiker korkunç olayın bilançosunu açıklıyordu.
“…kapatılması sonucu yaklaşık 18 milyon insanımızı kaybettik. 14
şehirde eş zamanlı olarak meydana gelen olay sonucunda dünya tarihinin en
büyük insan kıyımlarından birisi yaşanmış oldu.”
Spiker bir an için sustu ve önüne konulan yeni kağıda bir göz attı.
Gözleri fal taşı gibi açılmıştı. Yüzündeki makyaja rağmen rengi bir anda
bembeyaz olan spiker, başını yeniden kameralara çevirdiğinde gözlerinde
korku ve acı dolu bir ifade vardı. İç İşleri Bakanı da televizyona kilitlenip
kalmıştı.
“Sayın seyirciler, dünyanın çeşitli yerlerinden korkunç haberler elimize
ulaşmakta. Ne yazık ki bu korkunç trajediyi yaşayan tek ülke biz değiliz.
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
173
Hemen hemen tüm ülkelerden benzer trajedi haberleri gelmekte. Aman
Tanrım!Aman Tanrım! Bunlar gerçekse tarihin en karanlık gününü yaşıyoruz.
Ajansların geçtiği haberlere göre 2 milyardan fazla insan bugün yaşanan
korkunç olaylar neticesinde yaşamlarını yitirmiş durumdalar…”
İçişleri Bakanı yıkılmış bir halde Başbakana döndü. Aynı anda
hükümetin diğer üyeleri de ofise girdiler. Tüm bakanlar adeta Başbakanın
üzerine atlıyor, bir izahat bekliyorlardı. Tüm bağırışlara, itişlere,
tartaklamalara tepkisiz halde oturan Başbakan Tarık Hoşsöz, sonunda
güçlükle çıkan bir sesle “Arkadaşlar… Beni dinleyin.” diyebildi.
Adalet Bakanı Mehmet Baran son derece öfkeli şekilde atıldı:
“Bunlar nasıl oldu Sayın Başbakan? Nasıl böyle bir şey olabilir?”
Kendisini biraz daha toplayan Başbakan bu kez daha kararlı bir ses
tonuyla “Arkadaşlar,” dedi. Odadaki sesler birkaç saniye sonra kesilince
konuşmasına devam etti. “Hepiniz haklısınız. Yaşananlar korkunç.”
Ekonomi Bakanı Zafer Saydam müdahale etti:
“Neden oldu bunlar Sayın Başbakan? Onu açıklayın.”
Başbakan masadan kalkmadan başını önüne eğdi. Gözlerinden akan
yaşları silmeden konuşmaya başladı.
“Dünyanın son zamanlarda yaşadığı büyük enerji krizini sizlere
açıklamama gerek yok sanırım. Fosil enerji kaynakları tükenmek üzere.
Güneş enerjisinden istediğimiz gibi faydalanamıyoruz. Alternatif enerji
kaynakları henüz yüksek verimliliğe ulaşmadı. Nükleer enerji bile
ihtiyacımızı tam anlamıyla karşılayamıyor. Yani Enerji kaynaklarımız hızla
tükeniyor. Bu tükenişin hızını arttıran en önemli faktör ise şüphesiz ‘Yaşam
Destek Sistemleri’. Son zamanlarda enerji kaynaklarımızda yaptığımız
tasarruf hepinizin malumu. Diğer ülkelerin de bizden pek farkları yok. Şu
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
174
anda şiddetli bir küresel enerji krizinin tam ortasındayız. Aylardır yapılan
çalışmalar istenen sonuçları vermedi ve ne yazık ki geçen hafta yapılan ve
dün biten toplantıda, korkunç bir tablo önümüze konuldu. Raporlara göre,
elimizdeki enerji kaynaklarını bu hızla tüketirsek, çok kısa bir zaman sonra
dünya üzerindeki tüm yaşamın bitmesi gibi bir felaketle karşılaşacaktık.
Hemen radikal önlemler almalıydık. Saatlerce tartıştık. Bilim adamları,
siyaset adamları, din adamları… İnsanlığın devamı için yapılabilecek tek bir
şey vardı: “Azalmak”. Yani hepimizden bir kısım insanımızı feda etmemiz
istendi. Buna günlerce itiraz ettik. Yapamayacağımızı söyledik. Ancak bazı
hakim güçler, gerekirse bunu kendilerinin yapacaklarını söylediler. Çıkış
yolumuz kalmamıştı. Dün toplantı bittiğinde 2 milyardan fazla insanın ölüm
fermanını imzalamıştık. İnsanlar tarafından duyulup, bir kaosa sebebiyet
vermemesi için alınan kararın hemen bugün uygulanmasını kararlaştırmıştık.
İşte sonuç. “
“Bunu yaptığınıza inanamıyorum,” dedi İçişleri Bakanı. “Siz bir
canisiniz.”
Başbakan, ilk kez başını kaldırdı ve İçişleri Bakanının yüzüne baktı.
“Haklısınız Sayın Bakan,” dedi, “Hem de bu dünyaya eşi benzeri
gelmemiş büyük bir katilim ben.”
Gözlerinden akan yaşlar önündeki belgeleri iyiden iyiye ıslatmıştı.
Odada büyük bir sessizlik oldu. Dakikalarca süren sessizliği, kabinenin en
genç bakanı olan Nermin Yurt bozdu:
“Peki bundan sonra kaynaklarımız bize yetecek mi Sayın Başbakan?
Durumumuz düzeldi mi?”
Başbakan, acıyla Nermin Hanım’ın yüzüne baktı; ama hiçbir şey
söylemedi. Masanın üzerinde duran telefonu aldı. Birkaç numaraya basıp
www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.www.xasiork.orgorgorgorg
175
beklemeye başladı. Odadaki tüm gözler onu izliyordu. Karşıdan telefonun
açıldığını belirten bir tıkırtı duyuldu ve bir ses sordu. “Buyurun
Başbakanım.”
Başbakan, konuşacak gücünün kalmaması için dua etti. Dudaklarını
kanatıncaya kadar ısırdı. Sonunda ağzını açtı ve “Komutan” dedi. Hâlâ
konuşabildiğini görünce, büyük bir hayal kırıklığı yaşadı. Bu ızdıraba, bu
vicdan azabına nasıl dayanacağını düşünüyordu. Ahizenin diğer ucundaki ses
yeniden sordu: “Buyrun Başbakanım. Sizi dinliyorum.”
Başbakan, bitkin bir halde son emrini verdi:
“Kararlaştırmış olduğumuz diğer 6 şehrin ‘Yaşam Destek Sistemleri’ni
de kapatın komutan…”
Başbakan, telefonu kapatırken odada buz gibi bir hava esiyordu.
Odadakilerin hiç biri az önce duymuş oldukları şeye inanmak istemiyordu.
Başbakan, gözlerini tekrar önüne çevirdi ve konuşmaya başladı:
“Durumumuz şimdi düzeldi Nermin Hanım. Artık bizlere uzun süre
yetecek enerjimiz var.”
Olayın şokunu üzerinden ilk atan Adalet Bakanı Mehmet Bey oldu.
Hışımla yerinden kalkıp Başbakanın üzerine atlarken katil diye bağırıyordu.
Odadakilerin bakışları arasında yumruğunu Başbakanın burnuna indirirken,
korkunç bir çıtırtı duyuldu. İkinci yumruğu vurmak için elini kaldırmıştı ki,
arkadaşları kollarından yakaladılar. Mehmet Bey çılgın gibi bağırıyordu:
“Sen bir katilsin. Katil… Cani…”
Burnundan oluk oluk kan akan Başbakan, yediği yumruğa rağmen
yerinden hiç kımıldamıştı. İçişleri Bakanı Selim Bey, masasının yanına
ulaştığında elleri masanın altında, yüzü kan içinde öylece oturuyordu. Selim
Bey, omuzlarından tutup Başbakanı sarsarken bağırdı:
Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011Ölümsüz Öyküler 2011
176
“Tarih sizi affetmeyecek. İnsanlık bu yaptığınızı affetmeyecek.”
Başbakan başını yavaşça kaldırdı ve Selim Bey’i itip ayağa kalktı.
Başbakanın tavrındaki bu ani değişim, odadaki herkesin dikkatini çekmişti.
Bir anda odaya yeni bir sessizlik dalgası hakim oldu. Birkaç saniye sonra
Başbakanın elindeki tabancayı fark ettiklerinde hepsinin yüzlerine büyük bir
korku yerleşti.
Ayağa kalkan Başbakan geriye doğru birkaç adım atarken, Selim
Bey’in söylediklerini düşünüyordu. Elindeki silahın diğerleri tarafından fark
edildiğini anladı ve acele etmesi gerektiğine karar verdi. Silahın emniyetini
açmıştı. Hemen namluyu şakağına dayadı ve silahın horozunu kaldırdı. Bir an
Selim Bey’le göz göze geldiler. Selim Bey şaşırmıştı ve anlaşılan heyecandan
sesi çıkmıyordu. Acı içerisinde gülümsedi. Ve son sözlerini söyledi:
“Tarih beni affetmesin Selim Bey. Zaten ben de kendi mi affetmiyorum
ki…”
Başbakan sözleri biter bitmez hiç kimsenin konuşmasına fırsat
vermeden tetiği çekti. Kurşun beynini delip geçerken, aklından diğer dünya
liderlerinin ne yaptığı geçti. O yere yığılırken televizyonlar intihar eden
onlarca ülke liderini haber yapmaya başlamışlardı bile…
- SON -